Bir ülkede, başta işkence ve kötü muamele olmak üzere insan hak ve özgürlüklerine dair tablo, o ülkedeki iktidarın siyasi tercihleri ve tutumları ile şekillenir. Siyasetinin merkezine hak kavramını yerleştiren ve icraatına özgürlükçü bir perspektifle yön veren bir iktidarda, hak ve hürriyetlerin çıtası yükselir. İhlal iddialarının üzerine kararlılıkla giden, yapanın yaptığını yanına kâr bırakmayan ve her tasarrufuyla hak ihlalcilerine aman vermeyeceğini kanıtlayan bir hükümet anlayışı, koruma mekanizmalarını geliştirir ve ihlallerin giderek azalmasını sağlar.
Buna mukabil, eğer iktidar eylem ve söylemlerine hak ve özgürlük hassasiyetini yansıtmaz, ihlalleri sessizce geçiştirir, “Aman güvenlik güçlerinin moralini bozmayalım, ellerini soğutmayalım” düşüncesiyle iddialara gözlerini ve kulaklarını kapatırsa, orada insan hakları yerlerde sürünür. Hak ihlalleri başını alır gider.
Türkiye’de işkence ve kötü muamele iddiaları giderek artıyor. Son olarak Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinin Altınsu-Şapatan köyünden gelen iddialar kan donduruyor. Köye 6 Ağustos gecesi PKK’nin düzenlediği saldırıda bir özel harekât polisi hayatını kaybetmiş. Ardından köyde operasyon başlatılıyor. Operasyonda gözaltına alınma işlemleri esnasında altmışın üzerinde köylünün darp edildiği ileri sürülüyor.
Bu darp iddialarını kuvvetlendiren fotoğraf ve tanıklıklar söz konusu. Mesela darp edildiğini söyleyen köylülerden biri Şemdinli Başsavcılığına başvuruyor. Özel harekât polislerinden şikâyetçi olduğu dilekçesinde şunları söylüyor:
“6 Ağustos’ta saat 01.00 ile 09.00 saatleri arasında gelen özel harekât, arama kararını bile göstermeden kapımızı pencerelerimizi kırarak evlerimize girdi. Burada ağza alınmasından bile hayâ edeceğimiz küfür ve hakaretler savurdular. Eve girer girmez beni darp etmeye başladılar. Yüzlerini görürsem teşhis edebileceğim polis memurları sabah saatlerine kadar bana işkence edip küfürler savurdular. Evden çıkarıp yüzü koyun yatırdılar. Bu vaziyette sabaha kadar beklettiler. Fırsat buldukları her an tekrar gelip vücudumun çeşitli yerlerine buldukları her şeyle vurdular.”
Suçluların telaşı
Şahitler, şikâyetler ve fotoğraflar ortada olmasına rağmen Hakkâri Valiliği skandal bir açıklama yaptı. Valilik hem “kusuru olan personel tespit edilirse haklarında gerekli idari tahkikatın yapılacağını” belirtti, hem de “Bazı haber ajanslarında ve sosyal medyada güvenlik güçlerinin vatandaşlarımıza işkence yaptığı yönündeki haberler tamamen asılsızdır ve terör örgütünün propagandasını yapma maksadını taşımaktadır” ifadesini kullandı. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün açıklamasının da Valilikten aşağı kalır yanı yoktu. Genel Müdürlük de hem iddiaların “gerçeği yansıtmadığını” söylüyor, hem de “müfettişlerin görevlendirildiğini” ilan ediyordu.
Kendi içinde tutarsız, baştan aşağı çelişkilerle dolu açıklamalardı bunlar. Eğer Valilik ve Genel Müdürlük iddiaların “tamamen asılsız olduğunu” ve “gerçeği yansıtmadığını” tespit etmişlerse, o halde müfettiş görevlendirmenin ya da gerekli idari soruşturmanın yapılacağı söylemenin ne gereği vardı?
Resmi metinlerde suçluların telaşını ele veren bir ruh hali vardı. Neresine el atsanız elinizde kalıyordu. Kısa bir süre içinde sahiplerini mahcup edecekleri belliydi. Nitekim daha metinlerin mürekkebi kurumadan bir polis açığa alındı. Dolayısıyla iddiaların hiç de söylendiği gibi asılsız olmadığı, aksine gerçeği yansıtma ihtimalinin çok yüksek olduğu bizzat devlet tarafından kabul edilmiş oldu. “Yoktur… olmamıştır… külliyen yalandır” diye kestirip atmakla gerçeklerin üzerinin örtülemezdi, nitekim örtülemedi de.
“Terör örgütünün propagandası”
Valilik açıklamasındaki asıl vahamet, işkence iddialarını gündeme getirmenin “terör örgütünün propagandasını yapmak” olarak nitelendirilmesiydi. Gerçi yabancısı olduğumuz bir refleks değildi bu. Memlekette kanunsuz bir davranışın ortaya serilmesinin önüne geçmek isteyen bir bürokratın gösterdiği ilk tepki budur. Hemen o iddiayı dillendireni “terör örgütü” ile irtibatlandırır. Böylece hem iddia sahiplerini itibarsızlaştırmaya, hem de konunun dallanıp budaklanmasını engellemeye çalışır. “Terör örgütü” suçlaması her zaman el altında tutulur; ayyuka çıkan kötü bir kokuyu bastırmak için ilk ona müracaat edilir.
Eğer mevzu teröre malzeme sağlamak ve destek olmak ise, hemen belirtelim ki hiçbir şey bu nevi açıklamaların eline su dökemez. Buldozer gibi insanların hanelerine girecek, evlerini başlarına geçirecek, yaşlı-genç, kadın-erkek demeden dayaktan geçirecek, sonra da bundan şikâyet edilmesini “terör örgütünün propagandası” sayacaksınız. Bundan âlâ propaganda mı olur? Hakan Albayrak’ın dediği gibi “Terör örgütünün propagandasına asıl hizmet, terörle mücadelede 1990’lı yılların iğrençliklerini ‘ihya’ etmekle olur. Ve insan hakları ihlallerine 1990’lı yıllardaki tepkileri vermekle…”
Mazide kalan sıfır tolerans
Peki, buraya nasıl gelindi? Çok değil, üç-dört yıl önce akla bile gelmeyecek bir muamele bugün nasıl halka reva görülebiliyor? Asker ve polis köylülere böyle işkence etme cesaretini nereden alıyorlar? Valilik ve Genel Müdürlük, nereye dayanarak, olayın üzerini örtme gayesi apaçık yalan-yanlış beyanlarda bulunma cüretini gösterebiliyor?
Sebep açıktır; tek kelimeyle iktidarın duruşudur. Bakın, olayın üzerinden hatırı sayılır bir süre geçti. Hemen her konuda konuşan Cumhurbaşkanı ve Başbakan, bu konuya dair tek bir kelime etmedi. Hiç kimsenin insanlara bu şekilde davranamayacağını, terörle mücadelenin hiçbir koşulda hak ihlaline gerekçe oluşturamayacağını, hukuk dışına çıkanların en ağır cezalara çarptırılacağını söylemediler. Sanki böyle bir olay olmamış gibi!
“İşkenceye sıfır tolerans” mazide kaldı. “İleri demokrasi” rafa kaldırıldı. Kürt meselesi, döndü dolaştı, tekrardan güvenlik bürokrasisine emanet edildi. Hukuk zemin kaybetti, hak ve özgürlükler gündemden düştü. Böyle bir siyasetle (!) AKP’nin duvara toslaması kaçınılmazdı; şimdi duvara toslamaya başladı da.
Birkaç yıl önce işkencenin tarih olacağı beklentisi vardı. Oradan sıra dayağının güncellendiği günlere gelindi. Bu vaziyet, hükümet için bir iftihar vesilesi olmasa gerek!