Geçenlerde eski bir AK Parti’li milletvekiliyle uzunca –ve de hararetlice- konuşurken ‘Biz hep yönetecek kişinin nasıl başa geleceğini konuşuyoruz. Oysa bu bize, öyleymiş gibi gözükse de kim yönetmeli sorusunun cevabını vermiyor. Müslümanlar olarak bu soruyu cevaplamalıyız. İslam tarihinde bu sorunun cevabı hem vardır hem de yoktur. Vardır, çünkü Peygamberimize baktığımızda yöneticiler söz konusu olduğunda işi ehline vermek için çok büyük bir gayret sarfettiğini görürüz. Yoktur, çünkü o kişi bir Peygamber’dir. Her ne kadar pek çok erdeme ve ehil olduğunu gösteren vasıflara sahipse de bizim gibi bir insandır ve devlet başkanı olmayı ilahi bir niteliğe sahip oluşuna borçludur. Yani onun yerine daha sonra kimin gelmesi gerektiği sorusunun biz Müslümanlar açısından tam olarak cevabı yoktur. Kendisinden sonrası için işaret ettiği isimler olsa bile nihayetinde bu bilgi bir Peygamber’den gelmektedir ve o nedenle de demokratik bir sistem için tek başına bu döneme bakarak karar vermek doğru olmayabilir.²
Biraz kafa karıştırıcı ifadeler belki ama kısaca şöyle özetleyebiliriz ki İslam hiç kuşkusuz en erdemli ve niteliklilerin yönetime gelmelerini şart koşar. Peygamber, şahsıyla bunun böyle olması gerektiğini göstermiştir fakat onun yönetime gelmesini sağlayan güç ilahi bir içeriğe sahip olduğundan, Müslümanlar’da ondan sonrakiler için en nitelikli ve erdemlilerin hangi yolla seçilebileceklerinin bilgisi tam olarak bulunmamaktadır. Buna bağlı olarak denebilir ki Müslümanlar’ın otoriteyle kurdukları ilişki her zaman için ilahi bir içerik taşıdığından ve tam bir itaati gerektirdiğinden modern demokratik siyasetle uyumlu olduğunu söylemek zordur.
Buradan hareketle İslam ve demokrasi meselesine biraz daha yakından bakabiliriz. Gündelik hayattaki gözlemlerimizden hareketle kolaylıkla söyleyebiliriz ki muhafazakar kesimde demokrasinin İslam’la harfiyen uyuştuğunu söyleyenlere kolaylıkla rastlanabileceği gibi bu ikisinin hiçbir şekilde uzlaşamayacağını ifade edenler de hiç az değil. İki farklı uçta yer almakla birlikte her iki tarafın ortak karasteristiği ise demokrasinin ideal –yani mevcut hayatı aşan bir büyük amaç- için bir araç olmanın ötesinde çok fazla bir anlam taşımıyor oluşudur.
Bunu yazınca Referandum oylamasından hemen önce Ankara’nın önemli bir ilçesinin belediye başkan aday adayı olmuş ve ‘küçük bir şanssızlık’ sonucu adaylığı kaybetmiş, gayet eğitimli ve aklı başında gözüken bir Partiliyle konuşmalarımız geldi aklıma. Ben, nitelikli ve hakiki manada bir demokrasi için meclisin neden önemli olduğunu anlatmaya çalışırken birden sözümü keserek, ²Ben demokrasinin bizim halkımıza uygun olduğunu düşünmüyorum² demişti.
Düşünmüyordu, çünkü ‘otoriter’ ve ‘yumruğunu masaya vuran bir yönetimin şart olduğunu’ndan emindi. Belirtmek gerekir ki bu türden görüşlere sahip olan insan sayısı hiç de az değildir. Çoğu kez açıktan söylenemese de konuşma kızıştığında kendini eleveren bir gizli inanç halinde yaşatılan ‘demokrasi-karşıtlığının’ yaygın bir dindarlık anlayışını besleyici olduğunu da görmek gerekir. Peki ama bu kişileri böyle düşünmeye, bir tür özgürlükten kaçış haline sevk eden nedenler nelerdir?
Pek çok kişiye göre Türkiye gibi bir ülkenin karşı karşıya olduğu sorunlar hemen her zaman acil ve hızlı kararlar almayı, güçlü ve otoriteli bir merkezi hükümetin varlığını ve farklı menfaat kesimlerine karşı halkı koruyucu politikaları hayata geçirecek kadar katı davranabilmeyi gerektirmektedir ve demokrasi buralarda zaafa yol açıcı bir etken gibi gözükmektedir. Güçlü bir lider olmaksızın demokrasi içi boş hayaller gibi realiteden kopuk süslü bir düşüncedir. Hele bir de uzlaşma kültürünün hemen hiç olmadığı bir siyaset alanında parçalı koalisyonlar meselesini düşününce demokrasi lafı, kendi ayağına sıkmak gibi bir görünümle bu tahayyül dünyasını beslemektedir.
Demokrasi bir araç mıdır yoksa amaç mı sorusuyla da yakından ilişkili bu meseleyi açıklığa kavuşturmak için baştaki konuya geri dönmekte yarar var: Kim yönetmeli?. Daha çok bilen mi? Halkın sevgisini daha çok kazanabilen mi? Daha çok oy alabilen mi? Yoksa şahsında pek çok erdemi ve niteliği barındıran birileri mi? Ve dahası, demokratik mekanizmalar bu kişileri başa getirmek için uygun ve yeterli mi?
Biliyoruz ki seçmenlerin çoğunluğunun oyunu almak kim yönetmeli sorusunu cevaplandırmaya her zaman yeterli olmayabiliyor. Trump seçilmeden önce Amerikalı seçmenler arasında bir çalışma yapılsa ve bu çalışmada sadece ‘bizi kim, nasıl biri yönetmeli?’ diye sorulsa ne gibi özellikler çıkardı acaba?
Bu topraklarda herkes kendisini biraz ‘seçilmiş’ görür. Gidip soruştursak hemen her cemaatin, her tarikatin ve her dava birlikteliği içerisindeki zümrelerin kendilerini bir biçimde ‘seçilmişler’ olarak gördüklerini açığa çıkarabiliriz.
Esasen, müslüman kültüründe ilahi olan dışında ve ondan ayrı ‘seküler’ bir alandan da kolaylıkla bahsedemeyiz. Her şey ilahi bir iradenin belirlemesiyle gerçekleşmektedir inancı, demokratik siyaset açısından bir tür yanlış bilince işaret eder. Ulu’l emre itaatin yüceltilmesinde de bu bakış etkilidir; yönetenlere ilahi bir karşı çıkılamazlık atfeder (Bilindiği gibi ‘ulu’l emr’, emir sahipleri demektir ve bu kişilerin kimler olduğu üzerinde herhangi bir görüş birliği yoktur. Emir vermeye yetkili kişiler kimler olmalıdır sorusu hala cevapsızdır. Ya da buna çok fazla kafa yorulmamaktadır.)
Kaldı ki, ‘ulu’l emr’ konusunun geçtiği ayette, ‘Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin, sizden olan ulu’l emre de’ denildikten sonra şöyle devam edilmektedir: ‘Sonra birşeyde anlaşmazlığa düşerseniz, hemen onu Allah’a ve resulüne arz edin…’ (En-Nisa 4/59). Siyasal tarihimizde, buradaki ‘sizden olan’ ile kastedilenin ne olduğuna dair de pek fazla bir tartışmaya rastlanmaz. Oysa oldukça önemlidir. Kim yönetmeli sorusuyla yakından ilişkilidir. (‘Uzmanlık alanım’ın hayli dışına çıktığımın farkındayım ama belirtmek isterim ki geçenlerde ‘en önde gelen’ bir din alimimiz de S-400 füzeleri hakkında yazmıştı.)
Diğer yandan, Peygamber sonrası dönemde herhangi bir anlaşmazlığa düşülmesi halinde dünyevi alemde kime başvurulması gerektiği de yine belirsizdir.
Buna göre şekillenen bir zihin dünyevi olanı ‘gereksiz’ bir biçimde değersizleştirerek her şeyi kolaylıkla araçsallaştırıcı bir ruh haline bürünür. Siyaset ya da demokrasi ‘asıl’ amaca giden yolda ‘sadece’ birer araç halini alır. Aslına bakılırsa bu zihin yapısına göre her şey tek büyük amaca giden yolda ‘basit’ birer araçtan fazlası değildir. İşin ruhunu kaybedip şekle hapseden bu anlayış, demokrasiyi salt seçim kazanmaya, çoğunluğun arzularını hayata geçirmeye ve muarızlarını alt etme oyununa indirger.
Bir diğer nokta, İslamcı-muhafazakarlar açısından demokratik siyasal özne hiçbir zaman birey olmayıp hep bir ‘seçilmişler topluluğu’dur ve halk iradesi, demokratik siyaseti hakim kılacak güç olmanın ötesinde –ve belki de öncesinde- ilahi iradenin tecelli etmesini sağlayacak en önemli araç olduğu için değerli ve arzu edilendir. Böylesi bir yerde her şey gibi insanın da araçsallaşması kaçınılmazdır ve bu yaşandıkça demokrasi, sayıların yönettiği niteliksiz bir rejime dönüşür.
Bu şekilde kendi kendisini ‘araçsallaştıran’ bir halk için ‘kim yönetmeli?’ sorusunun cevabı da zaten kendiliğinden ortaya çıkmış olur; ‘asıl amaca’ en çok hizmet edecek olan. Bu nedenle de ‘Halka hizmet Hakk’a hizmettir’ ve burada da yine halka hizmet esas amaca giden yolda bir tür araçsal gereklilikten daha fazlası değildir. Pratik hayatta sayısız gündelik çıkarın etkisi varmış gibi gözükse de siyasal tercihleri esas belirleyici olan şey derinlerde yaşatılan ilahi emre itaattir.
Demokrasi teorilerinde ‘Kim yönetmeli?’ sorusu genellikle örtük bir biçimde cevaplandırılır. Buna göre, demokratik mekanizmalar yeterince iyi işletildiğinde başa gelen kişilerin söz konusu topluluk için ‘en doğru’ kişiler olacağı düşüncesi yer alır. Ancak sandığın başına giden kişi elbette ‘boş bir kafayla’ gitmez. Pek çok etki altında kalır ve her zaman için çok çeşitli referans noktaları bulur. Aslında belki de muhafazakarların dünyasında ulu’l emr, somut olarak yönetenler ya da emir verenler olmaktan çok soyut bir belirleyici olarak kanaatleri her şeyden çok tayin edici ilahi emirleri içeren inançlardır.
Dolayısıyla da buna göre yapılan seçimler, kim yönetmeli sorusuna cevap verme arayışından çok itaat etme ve düzen sürdürme ihtiyacına en iyi cevap verenleri bulma vasıtasıdır. Böyle bir yerde, demokratik siyasetin temeli olan karşı çıkma ve itiraz etme kültürü gelişemediği gibi tam tersine dönüşerek iktidarla her durumda uyumlaşmak ve farklı fikirleri tek bir potada eriterek dünyevi olanı ilahi bir kalıp haline sokmak biçimini alabilir.
Bu arka plandan hareketle İslam’da demokrasi var mıdır sorusunun cevabını Peygamber dönemine bakarak cevaplandırmak doğru mudur sorusu ortaya çıkar. Çünkü, Peygamber ilahi kaynaklı bir otorite olarak işleri, kendi seçtiği ve liyakat sahibi olarak gördüğü kişilere vermiştir. Yaptığı seçimler ilahi bir hatasızlık taşır anlamına gelmemekle birlikte ve sonuçları itibariyle en doğru tercihler olduğu ortaya çıkmasa bile, ona bu otoriteyi sağlayan kaynak dünyevi değil, ilahi olduğundan, her zaman için itiraz edilemez bir hikmet-i hükümet içerir.
O nedenle de bugünkü şekliyle demokrasinin nitelikleri açısından bakıldığında İslam tarihi halkın kendi kendisini yönettiğinden çok ‘kendi kendisini yönettirdiği’ bir rejime denk gelir. Yani, en doğru kişiler olduğuna inandığı ulu’l emre gönüllü olarak rıza gösterdiği bir rejimdir. Başka türlüsü de zaten o dönem için mümkün değildir. Dolayısıyla İslam’da demokrasi var mıdır? Hayır! Başlangıç dönemi itibariyle bu teorik olarak söz konusu değildir ama demokratik bir yönetim için gerekli bütün şartlar da mevcuttur.
Dolayısıyla, İslam ülkeleri buradan kendi özgün tarihsellikleri içerisinde –demokrasi de dahil- çok farklı rejimler çıkarabilirler ve nitekim çıkarmaktadırlar da ama açıkça ortada olan şey şu ki demokrasi dışındaki bütün örneklerde Peygamber dönemindeki yönetim niteliklerinin kaybolup gittiği ve yerini büyük savruluşlara bıraktığı kolaylıkla görülebilmektedir. Otoriteyle kurulan ilişki itiraz yerine itaat-temelli olduğu için İslam toplumları, demokrasiden uzaklaşılması halinde temelden sarsıntılar yaşamaya açık yerlerdir.
Buralarda, nasıl olursa olsun otoriteye itiraz edememe, yönetimleri değiştirememe ve tam bir teslimiyetle ‘kendisinden’ olmayan sömürgeci idarelerin güdümüne girme gibi özelliklerle birlikte bireyleşmeyi engelleyen cemaatler halinde yaşanan büyük iktidar kavgalarının ilahi bir kisveyle belirleyici olduğu örneklere sıkça rastlanmaktadır. Buradan hareketle denebilir ki nitelikli –yani sayılara dayanmayan- bir demokrasiye en çok İslam ülkelerinin ihtiyacı vardır ve demokrasi, İslam’ın öngördüğü erdemli bir toplumsal düzenin kurulamama ihtimalini en aza indirgeyen rejimin adıdır.
Dünyanın pek çok yerinde, yakın zamandaki popülist eğilimlerden hareketle de gayet iyi biliyoruz ki halkın iradesi her zaman –insanüstü yüce bir düzen anlamında- Hakk’ın iradesiyle uyumlu sonuçlar ortaya koymaz ama demokrasi bunu sağlama yolunda en geçerli ve güvenilir yol ve yöntemdir. O nedenle, demokrasi –ve de siyaset- yaygın görüşün ötesinde araç olmaktan daha fazla olarak bizatihi amacın kendisidir.
Modern anlamda siyaset belirli bir amaca gitmek için başvurulan bir araç olmanın çok ötesinde bizatihi amacı ve aracı aynı anda ve sürekli biçimde inşa eden bir oluş, değişme ve dönüşme halidir. Buna karşın, İslam ülkeleri her zaman için otoriteyle ilişkisi sorunlu toplumsal yapılar üretmeye ve siyaseti bütünüyle araçsallaştırarak çıplak gücün yeniden üretilmesine zemin hazırlayıcı bir tarihsel arka plana sahiptir.
Kimin yöneteceği ile yöneticinin nasıl başa geleceğini belirleyen kaynak, halk iradesinin siyasallaşma düzeyidir ve yeterince yaygınlaşıp derinleşememiş bir siyasal anlayışın hakim olması, insanın ve siyasetin araçsallaşması, kim yönetirse yönetsin kendi kendisini yönetemeyen bir halk anlamına gelecektir.