[18 Temmuz 2014] Gazze’de kara harekâtı da başladı ve kimbilir neye; yaşlılar, kadınlar ve çocuklar dahil daha kaç Filistinlinin hayatına mal olacak. Ama ben, İsrail’in ve işgal altındaki toprakların iç gerçekliği hakkında gene muhalif İsrail aydınlarının (ABD’nin liberal Doğu Kıyısı entelektüel basınında çıkan) tanıklıklarını aktarmayı iki gün daha erteleyip, gene biraz Yahudi düşmanlığı üzerinde duracağım.Çünkü sahneye, son yıllarda bu gibi durumlarda hep rastladığımız gibi, gene Yeni Akit çıkmış bulunuyor. Sırf başbakanın tek-yanlı öfkesinden hareketle Türkiyeli Yahudilerin endişeleri’ne ancak hafifçe değinmiştim ki, inanılmaz zehirli dili ve nefret söyleminin en aşırısıyla Yeni Akit devreye girdi ve herkese Nazi tipi antisemitizmin ne demek olduğunu bir kere daha hatırlattı. Aynı zamanda, bu ülkenin gayrimüslim “azınlık”larının ne gibi açık-örtük tehditlerle yaşamaya zorlandığını; 1915’teki veya 6-7 Eylül 1955’teki gibi, her an başlarına neler gelebileceğini (en azından, bunu sürekli isteyen ve özleyenlerin varlığını), hem de kendi mantığıyla, efelenerek ve böbürlenerek, bütün çıplaklığıyla ortaya koydu.Hrant’ın öldürülmesiyle başlayan o karanlık, uğultulu, Atatürkçülüğün ve ulusalcılığın saldırgan zorlamaları karşısında demokrasinin yaşayıp yaşamayacağının belli olmadığı 2007-2008 yıllarıydı. Bu kritik dönemeçte, Kasım 2007’de yayın hayatına atılan Taraf’ta (eski Taraf’ta, yani Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’ın Taraf’ında), taş kafa solculuğun “liberal/izm”i bir suçlama ve aşağılama olarak kullanmasına karşı bir dizi yazı yazmaya girişmiştim. Birinde Voltaire ve Mill’den özgürlük dersleri’ni konu ediyordum (sonradan bu fikir, söz konusu yazıları derlediğim Özgürlük Dersleri cildinin başlığına taşındı). Voltaire’in Helvétius’a bir mektubunda yer aldığı rivayet edilen “Söylediklerinize katılmıyorum, ama bunları söyleme hakkınızı hayatım pahasına savunacağım” (ya da bir başka varyantında, “Yazdıklarınızdan nefret ediyorum, ama yazmayı sürdürmenizi mümkün kılmak uğruna canımı veririm”) sözleri ile John Stuart Mill’in On Liberty’sini (1859; Özgürlük Üzerine) yan yana koymuş ve kimilerine çok heretik geleceğini bildiğim şu cümlelerle bitirmiştim:Bu Türkiye’nin, çok yüksek dozda bir Voltaire-Mill tedavisine ihtiyacı var, hem de âcilen. Dahası, gayet net söylüyorum, şu anda Marx’tan fazla Voltaire ve Mill’e ihtiyacı var. Zira Marx’ın “burjuva” diye sırt çevirdiği, geliştirmekle ilgilenmediği, devrimle aşılacağını sandığı olağan demokrasi ve özgürlük standartlarına, o horlanan liberal-demokratik düşünce çok daha fazla ışık tutuyor. Kâh Atatürkçü kâh Solcu yasakçılara, çoğulculuk ve tolerans adına, Marx’tan hareketle söylenecek çok şey yok, ama Voltaire ve Mill’den hareketle söylenecek çok şey var. En azından şu örnekte, John Stuart Mill zamanın sınavına Karl Marx’tan daha iyi dayanıyor. (5 Temmuz 2008)Altı yıl iki hafta sonra bugün, söylediklerimin aynen ve hattâ daha bile kuvvetle yanındayım. Hemen bütün ideolojik tandansları içinde, iktidarı ve muhalefetiyle bu toplum oldukça şizoid. Bir, Voltaire’i ve Mill’i hâlâ anlayabilmiş değil. Cümleten demokratlığımıza toz kondurmayız ama başkalarının bize aykırı gelen şeyler düşünme ve söyleme özgürlüğüne aslında pek saygımız yoktur. Çok da sükûnetle karşılamayız ters bulduğumuz fikirleri; şu veya bu şekilde yayınlamamanın, es geçmenin, göz ardı etmenin, yumuşak yöntemlerle susturmanın, limitte düpedüz yasaklamanın yoluna bakarız.İki, hem muzaffer ve kahhar bir fetihçiliğimiz, hem kültürümüz ve uygarlığımızla övünmekten vaz geçemez; “muasır medeniyet seviyesi”ne hayranlık ile “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”dan nefret arasında nerede duracağımızı bir türlü bilemeyiz. Bu temel karışıklığın uzantısında, “yabancı”lara karşı milletçe çok cömert, çok âlicenap, çok misafirperver geçiniriz. Yüzyıllar boyu sığınmacılara nasıl kucak açtığımızla iftihar ederiz. Ama aynı zamanda, bunu sürekli başlarına kakar, yüzlerine vurur, bir tahakküm aracına dönüştürürüz. Hep tedirgin eder ve eğretiliklerini hissettirir; bak, senin kaderin benim iki dudağımın arasında, onun için haddini bil, yoksa karışmam demeye getiririz. Ömer Seyfettin’in Diyet’inde, hırsızlık iftirasına kurban gitmiş namuslu kılıç ustası Koca Ali, Hacı Mehmet’in “Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba, ben olmasam şimdi çolak kalacaktın” dırdırına bir noktada dayanamaz; kendi kolunu kestiği gibi zengin ve hasis kasabın suratına çarparak çıkıp gider. Nâzım’ın bir Şahende Hanımı vardır Memleketimden İnsan Manzaraları’nda. Rahmetli Şerif Ağanın yedi yıldır dul karısı, tam bir kötülük timsalidir. Aş eren bir “tazecik” gebe kadına iki tutam vermektense, “kalın kemikleriyle yeldirmesinin içinden sıyrılır gibi” ağır ağır yerinden kalkıp, bütün bir kiraz sepetini trenin penceresinden dışarı döker (Adam Yayınları, 84). Bizim de iyiliğimiz ve hoşgörümüz Hacı Mehmetler sahte ve yapmacık mıdır; biz de özünde Şahende Hanımlar kadar kötü ve kavruk ruhlu muyuzdur ki “azınlık”larımızı mânen böylesine ezer, aşağılar, esir ve rehin muamelesi çeker, kirazları dışarı dökercesine tarihsel ve bugünü gerçekliklerini kabul etmez, faraza vakıf mallarını vermez, cemaat seçimlerine karışır, ikide bir biat ettirir, tabii siz haklısınız efendimiz, siz her zaman haklısınız anlamına gelecek şeyler söylettirir, sonunda bir şeyleri suratımıza çarpmak noktasına getiririz? acı Mehmet kadar HacıŞimdi ne çağrıştırdı bütün bunları? Akıl ve mantık gereği biliyorum ki Yeni Akit’e (ve Sözcü’ye, Aydınlık’a vb) hiç bulaşmamak lâzım aslında. Ama bu kadarı da tahammül edilir gibi değil. Meğer benim Endişeler’imden bir gün önce, Faruk Köse imzalı bir yazı çıkmış Yeni Akit’te (15 Temmuz). Aynen şöyle başlıyor: “Her gittikleri yerde fitne-fesat çıkaran Yahudiler İspanya’dan kovulduklarında, Osmanlı onlara kucak açmış. Getirmiş, ülkemizin en güzel yerlerine yerleştirmiş.” Hem uzun uzadıya sayıp döküyor, hem de demagojik bir tavırla ekliyor ki “bunlar sorun değil.” Çünkü “sırf yahudi diye ölsün yok olsun” istemezmiş. “Hani yok olurlarsa da üzülme[zmiş] ama sırf yahudi diye böyle bir muamele görmelerine taraftar olma[zmış].” Lûtfetmiş yani; böylesine de merhametliymiş! Ama sonra kükremeye başlıyor: “Ancak sen, yahudi kimliğinle çıkıp, benim müslüman kardeşlerimi katletmeye başlarsan” işte o zaman Faruk Köse de “sana kısas uygulanmasını isteme hakkını elde eder” ve “Siyonist öldürmek caiz mi? sualini gündeme getirir”miş. “Bu noktada, Hahambaşı Rav İsak Haleva’ya çağrıda bulunuyor”muş: “Hemen, hiç geciktirmeden, açık ve net ifadelerle, Türkiye’de yaşayan yahudiler adına bir açıklama” yapmalı; “İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırımı” kınamalıymış. Bunu Türkiye’ye borçluymuşlar bir şekilde — “bu ülkede beş asırdan fazla bir süredir güven içinde yaşamış olma”nın “bir gereği”ymiş. dir. Ve ardından, yahudi cemaatinin kaderi hakkında güya endişe duyarmış gibi yapan, hemen hiç kamufle edilmemiş bir tehditler furyası geliyor: “Bu güven içinde yaşayışın devamı bakımından, (…) bu ülkenin müslüman halkının, (…) yahudi cemaatine karşı toplumsal öfke duymaması çok önemli”miymiş. Zira, diyor, “toplumsal öfkede adalet yoktur. Toplumsal öfkenin aklı yoktur. Toplumsal öfkenin vicdanı yoktur. Toplumsal öfkenin freni de yoktur; nereye kadar varacağı, nerede duracağı bilinmez.” Masum ve kederli, baştan aşağı iyi niyetli Faruk Köse, “Yahudilere karşı birikecek ve taşacak toplumsal öfkenin, 6-7 Eylül 1955’te Rum vatandaşlara karşı girişilen akıl tutulmasına benzer bir sonuca varmasından endişe” edermiş.Devamı da var. Faruk Köse’nin yazısı doğrultusunda, Türkiye Yahudilerinin önde gelenlerine koşturmuş Yeni Akit muhabirleri. İllâ mahkûm edeceksiniz diye üzerine üzerine gidilen ve hizaya girmeye zorlanan cemaatten Silvio Ovedia, bir şeyler söylemeye mecbur bırakılmış; “ortada kınanacak bir şey olmadığını” çünkü iki tarafın da birbirine füze ve bomba attığını ifade etmiş. Benim tavrım açık: İlkin, yanlış ve haksız bir düşünce. Aynen Bir okuyucu mektubu vesilesiyle yazdığım gibi, İsrail’in yaptığı Hamas’ın yaptığına cevap olmadığı; yerleşimci-kolonyalist (settler-colonial) bir devletin Filistin halkına karşı 1948 nakba’sından beri sürdürdüğü etnik temizlik, mülksüzleştirme ve tahakküm politikasının devamını oluşturduğu için. Ama ikinci olarak, bu da meşru bir düşünce sonuçta — dünyada ve Türkiye’de mevcut bir düşünce; isteyenin istediği gibi savunabileceği bir düşünce; herhangi bir tehdit ve yıldırmaya konu olmaması gereken bir düşünce. Oysa Yeni Akit hiç bu kafada değil, tahmin edebileceğiniz gibi. Ertesi gün “resmen hainlik” manşetiyle vermişler Ovedia’nın demecini; haberin içinde “haince yorumlar” diye tekrar vurgulamayı da ihmal etmemişler.Hep söylerim, “hain” olmak ne kadar kolay bu memlekette! Çünkü İttihatçılıktan ve 1910’lardan beri proto-faşist bir siyasal kültür kılcal damarlarımıza sinmiş. Naziler iktidara gelmeden veya geldikten sonraki 1930’lar Almanyasını gözünüzün önüne getirin. Sürekli kükreyen Hitler’ler, Ernst Röhm’ler, Joseph Goebbels’ler. — Ey Yahudiler, makul olun, boyun eğin, SA’larımızın sabrını taşırmayın; üstün Germen ırkının aklı olmayan, vicdanı olmayan, nerede duracağı bilinmeyen, elbette yüzde yüz spontane toplumsal öfkesini üzerinize çekmeyin, patlamasına meydan vermeyin. (Bizim de şimdi böyle lâflar etmekle o toplumsal öfkeyi kışkırttığımızı filân sanmayın; biz sadece sizi gözetiyoruz… Kristallnacht’a, Varşova Gettosuna, Auschwitz’e, gaz odalarına kadar.)Demişler midir acaba? Pekâlâ demiş olabilirler, buna oldukça yakın şeyler; bu satırları evde yazarken bütün Faşizm/Nazizm kaynak ve belge derlemelerimi, Winkle ve Stackelberg’lerimi, Companion to Nazi Germany ve Nazi Germany Source Book’larımı üniversitedeki odamda bırakmış olmasam, oturur bulurum da. Bulurum çünkü Nazizm Yeni Akit’i değil, Yeni Akit Nazizmi izlemekte. Fakat uzun söze ne hacet? Sokratik bir soru-cevap silsilesinden geçelim isterseniz. İsrail ile Yahudilik özdeş mi? Hayır, değil. Bütün Yahudiler İsrail’in yaptıklarından sorumlu mu? Hayır, değil. Öte yandan, İsrail devlet terörü diye bir şey var mı? Evet, kuşkusuz.Aynı şekilde — Müslümanlık bağnazlıkla, fanatizmle, Yahudi düşmanlığıyla, gizli Hitler hayranlığıyla özdeş mi? Hayır, değil. Bütün Müslümanlar cihadçı mı? Hayır, değil. Bütün Müslümanlar Hamas’ın, Boko Haram’ın, IŞİD’in, El Kaide’nin yaptıklarından sorumlu mu? Elbette hayır. Öte yandan, gerçekten İslâmi terör ve İslamofaşizm diye bir şey de var mı yeryüzünde?Siz karar verin. İşte Şekil 1 önünüzde.
- Advertisment -
Önceki İçerik