Ana SayfaYazarlarİyi ki hatırlattı

İyi ki hatırlattı

 

[5-6 Nisan 2017] Kendi payıma, Hüsnü Bozkurt’a teşekkür borçluyum. Hepimiz teşekkür borçlu olmalıyız aslında. Her şey bir yana; mizahi bir boyut kazandırdı şu giderek sertleşip sevimsizleşen kampanyaya. Herkese Hanya’yı Gonya’yı gösterdi (*). “Önüm arkam, sağım solum sobe” dedi. Dünyanın şimdi gündemdeki anayasa değişikliği teklifinden ibaret olmadığını; 16 Nisan’da ne olursa olsun, 17 Nisan’da siyaset sahnemizin temel coğrafyası ile tekrar yüzyüze geleceğimizi (ve bu ikisinin aynı şeyler olmadığını) bir kere daha hatırlattı.

 

Herhangi bir yanlış anlama olmaması için, mevcut teklife ilişkin çekincelerimi koruduğumu hemen belirteyim. Serbestiyet’te iki hukuk uzmanı defalarca elden geçirdiler söz konusu teklifi. Gürbüz Özaltınlı daha genel bazı değerlendirmeler yaptı (7-10-21 Şubat ve 10-24 Mart); Vahap Coşkun peşpeşe beş yazıda (25-26-27-28 Mart ve 2 Nisan) çok daha ayrıntılı olarak inceledi. İlgiyle okudum; özellikle not ettiklerimi hemen sıralayayım: (1) bürokrasinin “üst düzey”inin nereden geçtiğinin tanımlanmamış olması; (2) cumhurbaşkanının “üst düzey” atamalarında Meclis onayı gibi hiçbir filtrenin bulunmaması; (3) Meclis içinden bakan atanabilmesinin, milletvekillerini yasama dışı heveslere açabilmesi; (4) icabında cumhurbaşkanı yetkilerini kullanabilecek olan cumhurbaşkanı yardımcılarının hem birden fazla olması hem seçimle değil atamayla gelmesi (ve halk tarafından tanınmaması); (5) cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar için Meclis soruşturması açmanın (sırasıyla 301-360-400 oy bulma şartı yüzünden) fiiliyatta çok zor olması; (6) bir şekilde haklarında soruşturma açılmasına karar verilen cumhurbaşkanı yardımcıları veya bakanların, Yüce Divan’da yargılanırken dahi (mahkûm edilmedikçe) görevlerine devam edebilmeleri; (7) cumhurbaşkanının, partisinin genel başkanı da olabilmesi sayesinde, pekâlâ çoğunlukta olması beklenebilecek olan Meclis grubuna yasama faaliyeti hakkında yön verebilmesi ve dolayısıyla yürütme-yasama erklerinin ayrışacağına en azından eskisi kadar birbirine yaklaşması: (8) Meclis ve cumhurbaşkanı seçimleri ve sürelerinin çakışmasının, aynı yönde etkili olması; (9) karşılıklı seçim yenileyebilme yetkisinin, aslında başkanlık sisteminde olmaması gerektiği; (10) ayrıca, cumhurbaşkanının genel başkan sıfatıyla partisinin Meclis grubunu yönlendirme kapasitesi yüzünden, Meclisin kolay kolay yenileme kararı alamıyacağı ve dolayısıyla karşılıklılığın biraz da lâfta kaldığı; (11) gene bu yüzden, cumhurbaşkanının görev süresinin iki dönemi rahatlıkla aşıp 15 yıla yaklaşabileceği; (12) cumhurbaşkanının cezai sorumluluğu noktasında, “kişisel suçlar” ve “görev suçları” ayırımının yapılmamış olması; (13) cumhurbaşkanının hazırladığı bütçenin Meclisten geçmemesi halinde bile yıllık değerleme katsayısı üzerinden hesaplanarak yürülükte kalacak olmasının, Meclisin denetim olanaklarında önemli bir gedik daha açması; (14) cumhurbaşkanının HSK ve AYM’yi belirlemede de fazla yetkili kılınması; ayrıca, Vahap Coşkun’un değil ama başka yazarların dile getirdiği son bir gözlem: (15) değişiklik teklifinin kabul edilmesinin ardından demokratikleşme hamlelerinin  Siyasi Partiler Yasası ve Seçim Yasasında reformlarla süreceği ve bazı kusurların bu yolla telâfi edileceği vaadinden, zaman içinde  hiç ama hiç söz edilmez olması… Doğrusu bütün bu eleştiriler bana da makul ve mantıklı geliyor. Ayrıca, Atilla Yayla’nın sık sık dile getirdiği “alternatif göstermeme” iddiasına da pek hak veremiyorum. Zira örneğin Vahap Coşkun’un saydığım bütün itirazlarında net alternatif ler de mevcut. Bu alternatif bazen eleştirisinde mündemiç. Bazen de belirtik olarak zikrediliyor. HSK üyelerinin “üçte birinin Cumhurbaşkanı, üçte birinin Meclis ve üçte birinin de Danıştay ve Yargıtay’ca belirlenmesi daha uygun olurdu” diyor örneğin. Ya da, “18 yaş olacaksa zorunlu askerlik kalkmalı.” Ya da, 550 milletvekilini 600’e çıkarmak yerine, temsiliyetin “dar bölge iki turlu seçim sistemi” yoluyla iyileştirilmesine çalışılmalı. Hepsi beni düşündürüyor. Hepsini ciddi, ağırbaşlı ve üzerinde durulmaya değer buluyorum.

 

Ciddi ve üzerinde durulmaya o kadar da değer bulmadığım, tabii Hüsnü Bozkurt, hem konuşmasının içeriği hem şimdiye kadar tanımadığımız kişiliği konusunda sunduğu ipuçlarıyla. Diyebilirsiniz ki “senin tuzun kuru; net ve kararlı bir evetçi olmadığından, Samsun – Amasya – Sivas – Ankara – Sakarya – Dumlupınar – İzmir hattı üzerinde kovalanmayabilir ve sonunda denize dökülmeyebilirsin, çoğunluk evet çıkması halinde (**); asıl biz kararlı evetçiler korku ve dehşet içindeyiz, başımıza gelebileceklerden ötürü.” Anlıyorum ama bence sizler de daha light bir tavır alabilirsiniz. Bir düşünün; sırf bu konuşma sayesinde, kimbilir kaç hayırcı veya kararsız tutum değiştirip evete geçecek?

 

Beni o kadar etkilemiyor, etkilemedi kuşkusuz. Çünkü başta da imâ ettiğim gibi, referanduma bakışım ile siyasete genel bakışım bire bir özdeş değil kafamda. Hüsnü Bozkurt, o genel çerçeveyi bir kere daha berraklaştırmaya yaradı. CHP’den ne köy ne kasaba olamıyacağını kimbilir kaçıncı defa gözler önüne serdi. Kemalizmin devrimci mirası denen şeyin nasıl bir kambura, ölü bir ağırlığa dönüştüğünün altını çizdi. O cenahtan ilerleme ve demokratikleşme adına hiçbir şey beklenemiyeceğini neredeyse matematiksel bir kesinlikle ispatladı. AKP’nin hatâlarının düzeltilmesi (ve meselâ şimdiki anayasa değişikliğinin de zaman içinde tekrar değiştirilebilmesi) dahil her türlü atılımın, bu memleketin AKP tabanını da oluşturan İslâmî çoğunluğunun kendi demokrasi ve özgürlük serüvenini kendince, sindire sindire, tartışa tartışa, aşağıdan yukarı yaşamasına bağlı olduğunu bütün toplumun yüzüne vurdu.

 

NOTLAR

 

(*) Beklenmedik zorluklarla karşılaşmaya hazır olmak anlamındaki bu halk deyişi, genellikle “Hanya’yı Konya’yı görürsün” biçiminde söylenir. Doğrusu Konya değil Gonya’dır. Hanya gibi Gonya da Girit’tedir; Resimo’nun güneybatısında küçük bir yerleşim ve müstahkem manastırdır. Deyimin, belki Girit seferi (1645-1669) sırasında Hanya ve gonya muhasaralarının çok kanlı geçmesinden, belki Girit’in kuzeybatısındaki Hanya ve Gonya’nın bir bakıma imparatorluğun uç noktasını, en ücra köşesini meydana getirmesinden kaynaklanmış olabileceğini sanıyorum.

 

(**) İlginç bir nokta. Bu satırları yazarken Hüsnü Bozkurt’u takdir etmedim değil. İnkılâp Tarihi dersini iyi çalışmış. Olay ve mekânların sırası asla rastgele değil. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı; hemen sonra Amasya Tamimi; sonra Sivas Kongresi; sonra Ankara’da BMM’nin açılışı; sonra Sakarya, Büyük Taarruz ve İzmir’in istirdadı — hepsi doğru sırayla. Bu yazıda çok atıfta bulunduğum Vahap Coşkun’a, Hüsnü Bozkurt’un Halk TV stüdyosundaki alkışlarla gaza gelip kendini konuşmanın şehvetine kaptırdığı, yani bunun spontane bir hezeyan olduğu noktasında katılamıyorum. Ben kasıtlı ve planlı olduğu kanısındayım. Bu olaylar öyle bir vecd ve istiğrak halinde, irticalen bu kadar doğru sıralanamaz. Hüsnü Bozkurt’un böyle bir mizansene hazırlıklı geldiği; konuşmasının en azından bu bölümünü ya yazdığı ya ezberlediği izlenimini taşıyorum.

 

 

- Advertisment -