Türkiye’deki idari sistemin; “iradesine güvenilmeyen toplum” tasavvuruna dayalı elitist zihniyetin mirası olduğu açıktır. Yerel dinamiklere karşı kuşkucu, merkezci, köhnemiş bir kamu yönetimi mevzuatıyla karşı karşıyayız. Yetkileri yeniden ve daha dengeli dağıtacak; yereli güçlendirici, etkin reformlara ihtiyacımız var.
Bu, başkanlık sisteminden bağımsız bir konu ve onun alternatifi değil. Tersine, denge ve denetim fonksiyonları iyi düşünülmüş bir başkanlık modelinin güçlü yerellikle daha uyumlu olabildiği biliniyor. En tanıdık örnek ABD. Geniş bir alanda iç hukuk üretme yetkisine sahip, seçilmiş valilerle yönetilen eyaletler; çoğulcu temsilin yansıdığı güçlü bir senatoda toplanmış yasama yetkisi; yürütme gücünün teslim edildiği seçimle işbaşına gelen başkan…
Sonuçta, ister iyi düşünülmüş, demokratik işlerliği güvenceye alınmış bir başkanlık sistemiyle, ister parlamenter rejimle yola devam edelim; her halükarda merkez yerel dengesinin yerel lehine yeniden yapılandırılmasının zorunlu olduğu açık.
Türkiye’de bu tartışma yeni de değil. AKP iktidarının ilk yıllarında Ömer Dinçer öncülüğünde yürütülmüş çalışmayı hatırlayacaksınız. Kamu yönetiminde çok önemli bir reform taslağı olan bu çalışma, merkezi bürokratik vesayetin egemenliğini kırmayı; gücü seçilmişlere ve yerele kaydırmayı amaçlıyordu. Dönemin dengeleri izin vermediği için realize edilemedi.
Kısacası, hem siyasal aktörler, hem akademi/medya/entelijansiya ve hem de geniş toplumsal kesimler “demokratikleşme-yerelin güçlendirilmesi” ilişkisini tartışmaya hazır ve kabule açık. Meşruiyeti çok güçlü bir talepten söz ediyoruz.
Bunları hatırlatmam elbette nedensiz değil.
Bugün hendeklerde, barikatlarda yaşamını yitiren her bir gencin büyük bir yalana kurban gittiği görülsün istiyorum. Haziran seçimlerinden sonra Kürt hareketinin önündeki siyasal etkinlik alanı tarihinde hiç olmadığı kadar genişlemişken; barışçıl mücadele araçlarıyla kat edilecek çok meşru yollar varken; dahası AKP’yi koalisyona zorlamak, iktidar ortağı olmak için siyaseten sıkıştırmak bile mümkünken; önce “devrimci halk savaşı” ardından “öz yönetim” çağrılarıyla silah ve kan siyasetine dönmek akılla vicdanla açıklanabilecek bir iş değil.