Ana SayfaYazarlarKadınlar göçü...

Kadınlar göçü…

 

Kavimler göçünden beter, ulu bir nehir olmuş, akıyor kadınlar, her renk ve dilden, çoğunun kucağında çocuğu, karnında göç yolunda büyümekte olan çocuğu… 

 

Havva anamızın cennetten dünyamıza ilk göçünden bu yana, kavimler göçü kimi zaman mola verse de kadınların göçü sürüyor. 

 

Istanbul Üniversitesi öğrencilerinin çektiği ‘Sığınmak’ ülkemize göçen dört mülteci kadının öyküsünü anlatıyor. Savaşta ailesini kaybeden bu göç kadınları vatansız hiçbir şey olmayacağında birleşiyor. 

 

İlk gösterimi Antalya Film Festivali'nde yapılan ‘Sığınmak’ belgeseli Suriye’deki savaştan kaçıp, ülkemize sığınan, yeni bir dil ve ülkenin farklı kültüründe yaşamak zorundaki dört kadının öyküsü. Prof. Dr. Ergun Yolcu ve Doç. Dr. Özgür Yolcu’nun yönettiği, gazetecilik bölümü öğrencisi Gazzeli Mohammed el Amine Dekhissi ve Cezayirli Naim Aburaddi'nin çektiği film, eşini, çocuklarını yitiren kadınların dile gelmez acısını sergiliyor. 

 

Belgesel 16 dakika, bu kısacık süreye bir ömürlük acı, hasret, yıkım, sığınmak sığdırılmış. 

 

Kadın olmak zor zenaat, diye koyulmuştum ilk kitabıma, on sekizimde, ne kadınlıktan haberim vardı,kırk yıl önce, ne zenaatından.Ama mahallemizde şıngır mıngır kadınlar vardı, tamamı iç ve dış göç insanları…Güzel, çalışkan, dayanışmayı bilen, farklı kültürlerle alıp vererek barış içinde, keyf’le yaşayan. Bu yazıyı  o mahallede yazıyorum, yakın illerden gelen göçmen kadınlar başka semtlere taşınmış, onlardan kalan küçücük/ bakımsız/sahipleri gibi kadersiz evciklerde artık doğudan ve Suriye’den gelen kadınlar var. Dünya değişti, çağ atladık, mültecilikte değişen bir şey yok. Dünyanın en eski (iki) mesleğinden biri, getirisi yalnızca vatan, götürüsü bir ömür olan. 

 

Mahalle ve şehir değiştirmek, habire konup göçmek mültecilik sayılır mı? Hem evet, hem hayır. 

 

Aklında kalan nedir derseniz, büyük, derin, koyu ve kederli bakan gözler, derim… İçinde kuş uçmaz, kervan geçmez, gökkuşağı çizilmez, gözleri… 

 

Çocuklar için, ananın, oyunun olduğu her yer vatan, ekmek su da bulmuşsa eğer. Erkekler mülteciliği kendi aklınca algılar.Yalnız kadınlara derin yazılır gurbet. 

 

Eteği belinde, didinip duran her sabah dünyayı yeniden kurup, çocukları güldükçe içi gülen kadınları hatırlıyorum, tanıyıp çalıştığım mülteci kadınlar denince. Mülteci kadınların görüp izleyebildiklerimi canıma kattım, göremeyip düşündüklerimi hep merak ettim. Dünyanın belalı zamanlarında ve bıçak sırtı yaşanan bölgelerinde biliyordum ki bu kadınlar, kapıya dikilecek silahlı adamı, gölgesi tarlasına düşecek hırsızı, can ve mallarına kasteden zalımı bekledi durdu, yürekleri ağızlarında oldu hep… 

 

Tarih boyu bu hiç değişmedi. Onlar dayanıklı, güçlü, hünerli olmak zorundaydı. Parlak renk giyinenleri de oldu, başörtülü, kara çarşaflı olanları da. Koyunlarına gizledikleri hemaylılı, gümüş, ya da boncuklu bilezik takınanları da, avuçları kınalı, yüzleri dövmeli de. 

 

Güneyde, güneydoğuda, Ege’de ülfet ettikçe, az da olsa tanıma şansım oldu. Aşikâre ya da saklı savaşlarda neler çektiklerini, nelere direndiklerini elbet onlar kadar bilemem. Kim kimin acısına hakkıyla aşina olabilmiş ki? 

 

Kimi zaman ben onların yanına gittim, kimileyin uzun zaman yaşadım güney bölgemize gerek göçle, gerek evlenerek, gerekse gezi amaçlı onlar geldi. Günlerden bir gün Frans’ya hikaye öd ülümü almaya gittiğimde karşıma çıkıverdi, Tunuslusu, Cezayirlisi, İran, Iraklısı, Kürdüyle tarihi bir manastırda on günden çok birlikte yaşadık. 

 

Elbet bu kadınlar mülteci değildi, Ortadoğulu sanatçı kadınlardı ki, onlarda bile oralı olmanın mührü vardı, çalışan kadın olan bir kadın, koca şiddetinden yakınmıştı… Dayak atan da doktordu, dayağı yiyen de… 

 

Marsilya’da, varoş bir semte bilmeden girince, Tunuslu delikanlılar etrafımızı çevirmişti, elleri muştalı, bağırlar açık, diller küfre dönük… 

 

Sonra, ehbap olup da ayrılırken, ‘bizler Tanrının ve siyasilerin unuttuğu bir yerde yaşıyoruz, siz burayı Marsilya sansanız da, değil, ne gurbet, ne de vatan, burası silik, kimliksiz insanlar çöplüğü’ demişlerdi. Çevirmen bu kadar haysiyetli tümceler kullanmadı elbet, ben süslüyorum şimdi… 

 

Asıl merhabamız İzmir’de, mahallemizde olmuştu, onlar bilmese de… 

 

O mahallede Irak, Lübnan, Libya’dan, suyun öte yakası Girit’ten, Komi’den, yahut köklendikleri bölgelerinden farklı ad ve yakıştırma kimliklerle göçmüş Ermeni , Yahudi, Rum kadınlar vardı, türlü nedenlerle geri dönememiş Ortadoğulu kadınlar, komşular vardı.Bizim o mahalle iyi ki varmış diyorum şimdi,ne çok yüz ve hikaye sundu bana, hiç umulmaz, taşlı, yokuşlu, İzmir’e tepeden bakan, uzun zaman otobüs bile geçmeyen, kimine göre dandik, bize göre cennet ve muhabbet köşesi mahallemizde… 

 

Küçücük bir kızken nelerinize tanık oldum. Zaten bu büyükler hiç anlamaz, küçük bir çocuğa, hele meraklı bir küçük kıza yakalanacağına, koğcu eline düş , daha iyi. Çocuğa her şey derin yazılır, unutmaz. Ne çok öykümde yeraldınız. Sözgelimi Fakı’nın öyküsündeki dil bilmez gelin Mısır çingenesi bir kızdı ve on beşinde gelin gelmişti mahalleye. 

 

Sonra Karşıyaka’daki tanış, madam Hayganuş. Takma adı Gülüzar’dı, kocası, ki bizde görülmedik bir zenaat sahibiydi, heykel yapar, satardı, karısını asıl adıyla çağırırdı. 

 

Bir Yahudi arkadaşımızı erkenden çekip almışlardı okuldan. Biz  liseyi bitirmeden, o bebek arabası sürüyordu. 

 

Mardin’den Suriye’ye gelin gönderilen Hatice. Irak’tan Tarsus’a gelen güzel Havva. Hep üç etekli, hep pırıltılı, aynalı, almes (bağırgan/parlak) renklerde uzun elbiseleri, şıngırtılı gümüş bilezikleri, yüzünde dövmeleri, rengârenk ve tınılı dilleri vardı. Bazıları bazılarına çalımlı dururdu, her Ortadoğulu birbirini tutmuyor. Sınıf farkı göç sırasında bile silinmiyor. 

 

Kimi, sanatçı ruhluydu. Biri vardı ki, Istanbul’da Firuzköy’de tanıdım, meddah gibi gösteri yapardı. Karıştırdığı diliyle, şarkılarıyla. Onun, sahne bile olamayan mekânları nasıl perdeli, görkemli sahneye çevirdiğini gözümle görmüş, diller cümbüşüyle kotardığı ve herkesin de pekâlâ anladığı diliyle, anlattıklarına , şarkılarına bayılmıştım. 

 

Daha derinine ilk o zaman düşünmüştüm, başta Ortadoğulular, bütün mültecilerin kaderi yahut kadersizliğini… Yıllar boyu silah sesi, bomba bulutu altında yaşamanın anlamını, anlamsızlığını… Doğurdukları çocukları, elleriyle toprağa nasıl verebildiklerini? Her ölüm, her kurşun her yeni göçün  ardından, ağrıyan yer ayrı, acıkan yer ayrı kuralınca, kalkıp olmayan ocak başına nasıl geçip, geride kalanlara nasıl hamur yoğurduklarını, aş pişirdiklerini? 

 

Sünnetleri şenliksiz, düğünleri iki kapı arasında. Oğul, gelin mürüvveti, damat safası sürmek bahtına… Sanat damarı olan kızların kadınların bunu hiç geliştiremeyeceğini, anılarını yazamayacaklarını, örtülerini daha güzel bağlayamayıp yahut atamayıp, erkek gölgesi dışına hiç çıkamayacaklarını… 

 

Tabii bu varsayım ne derece doğru, onu da gene mülteci kadınlar bilebilir, benimkisi uzaktan tanıklık… Fransa’da Waff’ nın o güzelim Filistinli gelinle İsrailli kadının yemiş öyküsünü okuyunca içim sızladıydı. Farida’ nın, ki üç dil biliyordu, sanırsınız bizim Selanik göçmenlerinden, o incelik ve soluklukta bir kız idi. On yedisinde evlenmiş kocası öğretim üyesi imiş ama sopası sırtından eksik olmuyormuş, üstelik hemen de doğurmuş. Çarşaflıydı ve oralarda bile sıyırmadıydı çarşafını. 

 

O manastırda orta işi yaparak kalan ve Marsilya’da tıp uzmanlığı yapan Irak’lı kızla, üçümüz, bir gece sabaha dek koğ (dedikodu) yapmıştık. Onca zaman bize ikram edilen kremalı yemeklerden gına geldiğini söyleyince gizlice mutfağa inip biber közlemiş, sonra da sarımsak olmadığından tuz ve limonla tatlandırıp yemiştik. Yalnız Farida’ nın elleri kınalıydı. Ama ikisinin de eli tatlı, dili hünerliydi. Et yemiş gibi mutlanmıştık o köz biberle. 

 

O zaman da düşünmüştüm, şimdi yazarken yeniden düşünüyorum, kına gibi, ıtır yahut yasemin gibi, gülsuyu gibi kokular, şıngırtılı takılar, gür güven veren dost sinesi, şarkılara, söyleşiye, vefaya düşkünlük, ülkelerimizle gelen acılar, ödenen bedeller nasıl da ortaktı, tümüyle… Yeni zaman mültecileri Nataşa nam kadınlar, meslek sahibi, üniversite mezunu, kişilikli, emeğiyle geçinse de adları böyle olanlar, gelin gelen Rus kızlar ki balerin, doktor, heykeltıraş olanlarını tanıdım kimi aşk kimi geçim peşinde buralı olmuşlar da içlerinde… 

 

Gene Fransa’da Ortadoğulu göçmenlerin kadın sığınma evi ile toplum merkezlerine gittiğimizde, Ortadoğulu ama belalı göçmenlerin mahallesine sapmıştık. Süsü püsü çalımı takısı tam Fransız ama ruhu göçmen delikanlılar kuşatmıştı arabayı. Neyse ben renkten, belki ruhtan kurtarmıştım, ‘içinizde Müslüman var mı?’ denince. Burası neresi diye aradığımız yeri sorunca da,’Tanrı’nın unuttuğu bi yer!’ demişlerdi. 

 

Sonra toplum merkezi bize kuskus yemeği çıkarınca, iki damla yaş yürüdü gözlerime, bu bizim mahallenin yemeğiydi. Arap sofrasının sanırdık, meğer İsrail yemeği imiş… Ben başladım yemeği ve pişirme gereçlerini saymaya. 

 

Kuskus, busla’sızdı.Üstelik vegetaryan kulbu takıp, kocaman havuç ve kabakları doğramışlar, içine… Mahallemizde, kilolarca soğanı halka yapıp, kül ateşte saatle pişirip kuskus üstüne sererdi bizimkiler. Mutfağa indim, pişirene dedim ki,’ bu böyle olmaz, yeme bizi Fatma, nerede Busla?’, Şöyle bi baktı, Fatma, dedi ki;’kız kardeşlik, bunca adama busla mı yetişir? Nerden bileyim birinin yemeği tanıyıp buslanın hesabını soracağını?’ …  

 

Sonra ekledi, “Kartacalı mısın? Bu yemeği herkes bilmez…” Dedi ve ardından ince, uzun bir zılgıt çekti, şerefime… 

 

Ananemin komşusu ana dili Rumca, yabancı dili Türkçe olan mübadiller suyun öte yakasının hasreti, dostlarının özlemindeydiler. Zorba filmine kaç kez gitmişlerdi, onlar Türkçe bilmezdi, ananem alt yazı Elenikacayı sökemezdi, hep birlikte ağlar ağlar seyrederlerdi. 

 

Gurbet zor, memleket sevdası sevdaların en beteri. 

 

İran’da ünlü bir sarayın minyatür resimlerine Humeyni’nin emriyle boya ile entari giydirdiğini anlatınca mülteci bir arkadaşım, Ortadoğu kadınlarına yandığım kadar, oranın resimlerine, minyatürlerindeki kadınlarına da yanmaya başladım. Söyle bana Fatma, ne zaman dünyaya kuskus yapılmış da üstünü busla ile süslemek gerekirmiş gibi, tonla soğanın önüne oturup, çintmişçesine, gözlerinizden ineduran yaşlar silinecek? O kaynayan kazan, ne zaman kapak tutacak? Altındaki ateş nasıl sönecek? 

 

Arabıyla, İsraillisiyle, Kürdüyle, Afganı, Acemiyle, Ermenisi, Yahudisiyle, Rumuyla, dünyanın en büyük uygarlıklarını ve insanı doğuran kadınlar, kadına yaraşır barışçı, uslu, güzel kaderlerin izini ne zaman ve nasıl sürebilecek? 

 

Barışın zılgıtını hep birlikte gümbür gümbür çekeceğiz, ne zaman? 

 

Barış akıl demek, oymaca, koymaca değil, esaslısından akıl… 

 

Akıl da Ortadoğuya ne kadar uzak, şu sıralar…Yıldızlar kadar uzak… 

 

Ama, elbet gelir, hem akıl, hem barış, hem mutlu kadınlar, hem yıldızlar… 

- Advertisment -