Hikaye yazan kadınların sayısında artış olduğu bir gerçek. Demek ki başımızdan kayda değer bir hikaye geçiyor. Yazmak elbette yavaşlamakla alakalı. Akıl almaz hızın girdabından kendimizi bir an kurtarıp olanlara baktığımızda, ancak yazarak anlayabileceğimiz bir akıntının içinde olduğumuzu kavrayabiliriz. Sadece son yüz yılımızda olup bitenlere bakalım; tespih tanesi gibi dağılan imparatorluktan cumhuriyete sancılı bir geçiş, geçmiş birikimin hiçe sayılması, Batılılaşmanın süzgeçten geçirilmeden dayatılması, iç ve dış çatışmalar, Anadolu’nun işgali, savaşlar, seferberlik yılları, bir yandan da amansız toplumsal değişim, iç göç, şehirleşme, sanayileşme. Öte yandan zamanın ruhuna uygun biçimde bireyin belirginleşmesiyle kendini gösteren yeni insan profili, iletişim yollarının değişmesi, ev içi ve toplumsal rollerin dönüşümü, dijital devrimin yarattığı bir örnekleşme, algıların zihinlerin hiç olmadığı kadar yönetilmesi, sahip olma ele geçirme istencinin, üç kişinin bulunduğu yerde iktidar mücadelesinin fazlasıyla öne çıkması ve daha birçok gerçeklik.
Bütün bu alt üst oluşlar karşısında inisiyatif almak, müdahil olmak, ülkesi, toplumu ve gezegenin selameti için elini taşın altına koymak hususunda kadınların sadece seyreden nesneler olmaları düşünülemezdi. Osmanlı kadınlarından bugüne halkalar birbirine eklenerek büyük bir çaba sarf ediliyor, görmezden gelinemeyecek büyük bir birikim var ortada. Hanımlara Mahsus Gazete ve Kadınlar Dünyası dergisinin nüshalarına göz atıldığında zamanın cesur kadınlarının hala ışık tutmaya nasıl devam ettikleri görülebilir, hala aşılıp geçilmiş değil çünkü birçok tartışma konusu.
Tanzimat döneminde kadını Hristiyan kültüründeki gibi ifade etmek gelenek olmuştu. Küsche (mutfak), kirsche (kilise), kinder (çocuk) formülü işliyordu: İyi eş, iyi anne, iyi Müslüman. Burada eş olmak en çok mutfakla eşleşiyor. Mutfaktan çıkmayan kadın muteber sayılıyor. Toplumsal olarak kadın ve erkeğin hayat alanlarının birbirinden bu kadar ayrı olduğu bir zamanda toplumun genelindeki ahlaki çözülme için önleyici tedbirler düşünülüyordu. Değişim talepleri fark edilmiş ve kadınların kontrolden çıkmamasının, bilinen değerlerin sürdürülmesinin telaşı başlamıştı. Değerlerin korunması gerekiyorsa bunu kadınlar yapmalıydı, erkekler zorunluluklar yüzünden bundan muaftı adeta. Yaşananlar üzerine düşünen yazan kadınların ortaya çıktığı zamanlar, şair ve yazar Şukufe Nihal etrafımda sanat ve edebiyat bahisleri edilmezse, fikir münakaşaları yapılmazsa beynimin uyuştuğunu hissediyorum diyordu. Kadınların yazma meselesine de açıklık getirmişti. Bir zamanlar mal-mülk, servet, kocan ne kadar kazanıyor, senin kocan hangi mevkide, böyle telaşlar, böyle yarışmalar ve rekabetler içindeyken artık biz bunların hepsini bıraktık. Artık bizim sinemizde başka bir aşk doğdu, yazma aşkı, anlatma aşkı diyordu.
Ankara Kız Lisesi’nde öğrenciyken İngilizce öğretmenimiz Nihal Hanım “Siz Sevgi Soysal’ın, Adalet Ağaoğlu’nun okulunda eğitim görüyorsunuz, onları okumalı, siz de yazmalı, hiç değilse günlük tutmalısınız” dediği zamanlarda çizgili bir deftere şiirler yazıp saklıyordum. Sonra bu okumalara Firuzan’ın hikayeleri eklendi. Geçmişimizden bihaberdik. 1994’te Emel Aşa Fatma Aliye’nin Muhadarat’ını latinize edinceye kadar bu kıymetli yazarı tanımıyorduk. Ahmet Cevdet Paşa’nın iyi yetişmiş cesur kızları her yönden öncü kadınlardı. Keşke Emine Semiye de nazara verilebilse. Üzerine günler paneller düzenlense. Halide Edip yazmasa ne kadar eksilirdik. Safiye Erol da alfabe değişikliği ve edebiyata ilgisizlik yüzünden çok geç ulaşabildiğimiz yazarlardan. Kadınlar ne kadar da çok kadın hikayeci var denilen günlere varılıncaya kadar yazmak v e yayınlamak için çok mücadele verdiler. Aslında İslam dünyasında eş zamanlı olarak benzer süreçlerden geçtiğimiz Arap dünyasının kadın yazarlarının yazma serüvenlerini okumak ta çok ufuk açıcı. Arap yazarların bu yoldaki maceralarını içtenlikle anlattıkları bir derlemeye imza atan Lübnanlı yazar Fadiye Fakir’in Sükut Diyarının Gümüş Kadınları kitabının Türkçede yayınlanmış olması önemli. Kendisini Bağdat diyarından, yaseminli şarkılar ülkesinden, Şehrazat’ın Binbir Gece Masallarını anlattığı ülkeden geliyorum diye tanımlayan Fakir, özgürlük ve baskı, demokrasi ve despotizm arasında sıkışan yazmayı anlatır.
İlk hikaye kitabım Derin Siyah’ı okuyan kanaat önderi bir ağabeyimiz “Bacım bunlar hep hezeyan, ağırbaşlı makaleler yazmalı bir kadın, illa yazacaksa” demişti. Günümüzde koşullar algılar görece de olsa epeyce değişti. Yazmak eskisi gibi sürekli sorgulanan, itibar kaybettiren, anlamsız görülen boş bir uğraş değil. Birçok yazan kadın için hayat memat meselesi. Bilgisayar kullanımı, evdeki teknolojik gelişmeler, kadının yazmasına duyulan saygınına artmasıyla yazan kadın sayısındaki artış doğru orantılı. Hikaye ise kırpık zamanların kullanımına imkan tanıyor. Türkiye’deki kadınların bohem bir yazarlık hayatı yok. Evdeki sorumluluklar arasında yazmaya alan açmak hala çok zor olsa da kadının yazması artık tekinsiz bir kontrolden çıkma olarak görülmüyor. Katedilecek daha ne çok mesafe var. Hayat aslında erkelere de kadınlara da yazma hakkı tanımaz, bu oylumlu bir konu. Fakat varoluşun derinlikleri, evrenin temel meseleleri, insanın insana ettikleri ve daha birçok şey etrafında edebiyatın içinden yazarak düşünmeye devam edeceğiz, başka bir yolumuz yok çünkü.