Cardiff’te güzel bir futbol gecesi yaşandı geçen Cumartesi. Şampiyonlar Ligi’nin (ŞL) bu sezon en fazla (32) gol atan takımı Real Madrid ile en az (3) gol yiyen takımı Juventus, en büyük kupayı almak için kapıştılar. Real adına rüya gibi geçen bir ikinci yarının ardından kupa Madrid’e gitti. Beyaz Şimşekler toplamda on ikinci, son dört yılda üçüncü kupalarını kazandı. Ancak geçen yıl ve bu yıl gelen zaferler ŞL tarihinde bir ilk oldu. Eski Şampiyon Kulüpler Kupası’nda değil ama 1992-93’ten beri uygulanan Şampiyonlar Ligi formatında, ilk defa bir takım ve bir hoca iki yıl üst üste kupanın sahibi olup tarihe geçti.
Bu muazzam başarının ardında efsane bir adam var: Zinedine Zidane. Nam-ı diğer Zizou, Cezayir göçmeni bir babanın oğlu olarak 1972’de Marsilya’da doğdu. Akdeniz’in bu kıcıl kıvıl liman kentinin banliyölerinde top sektirirken istikbaline dair kararını erkenden aldı: Yolunu futbol çizecek, topun peşinden gidecekti. Daha çocuk yaşta ailesinden koptu. Ailesi onun hayallerinin ardından gitmesini destekledi ama yine de kolay olmadı. Bir röportajında o güç günlerine değiniyor Zizou:
“Ailem beni daima destekledi. Evden ayrıldığımda 14 yaşındaydım. Elbette zordu. Özellikle de ilk yıl… Gün boyu sıkıntı olmazdı ama geceler zordu. Uyumadan önce ailemi hatırlardım. Çocuktum daha neticede, her şeyi kendi başıma yapmayı öğrendim. Yemek, giyinmek…”
(http://gq.com.tr/roportaj/futbolu-sanata-donusturen-adam)
Bir peçete ile gerçekleşen hayal
Sıra dışı yeteneği sayesinde tez zamanda sivrildi. Cannes, Bordeaux derken, ver elini Juventus! Siyah-beyazlı formayla harikalar yarattı. Biz onun futbol serüvenine tanık olan şanslı bir nesildik. Olağanüstü tekniğini, leblebi gibi adam geçişini, sahayı bir radar gibi tarayan bakışını, her seferinde en uygun olanı bulan paslarını, kıvrak çalımlarını, volelerini — belki en önemlisi, fiziksel gücü de dahil orta sahada sarsılmaz bir kaya gibi duruşunu — sadaka niyetine biz futbol dilencilerinin avucuna sıkıştırırdı.
Bir Real meftunu olarak en büyük arzum Eflatun-Beyaz formayı Zidane’nin sırtında görmekti. Meğer ona Madrid’in yolunu peçete üzerine yazılan bir teklif açmış. Monaco’daki bir FIFA organizasyonunda, akşam yemeğinde Başkan Florentino Perez, Zidane’ye bir peçete uzatmış. Üzerinde Fransızca “Real Madrid’de oynamak ister misin?” yazıyormuş. “Evet” demiş Zidane. Böylece o “hayatının en mutlu günleri”ne” başlamış, biz de sevdiğimize kavuşmuşuz. (Başka zaman uzun uzadıya anlatırım ama şimdi söylemeden geçsem dilim şişer: Bizim bir diğer sevdamız Francesco Totti idi; fakat o zalim (!) bizi reddetti, aşkımız karşılıksız kaldı.)
Zidane’nin Real’e attığı imza kendi zamanının en pahalı imzasıydı. Dolayısıyla ona yönelik beklentiler yüksekti, yükü ağırdı, sorumluluğu fazlaydı. Ama gerek saha içi liderliği, gerek saha dışındaki sağlam kişiliği ile bütün güçlüklerin üstesinden geldi. Elbette ona eşlik eden çok sayıda üstat da vardı, Figo gibi, Raul gibi, Roberto Carlos gibi, Casillas gibi, Solari gibi, Guti gibi… Real’de La Liga’nın ve ŞL’nin şampiyonluk şerbetini içti. 2006’da kramponlarını astığında artık oyuncu olarak kulübün efsanelerinden biriydi.
Takım elbise ve eşofman
Futbol oynarken gönül yağlarımızı eriten, sanatkârane işleriyle bizi aşka getiren futbolcuların iyi teknik direktör olamayacaklarına dair yaygın bir kanaat vardır futbol dünyasında. Örnek denildiğinde ilk olarak Maradona’nın adı zikredilir. Sonra Mattheus’lar, Van Basten’ler hatırlanır.
Elbette bu kanaati yanlışlayan misaller de vardır. Mesela alın Beckenbauer’i; o hem oyuncu hem de hoca olarak “Kaiser” mertebesinde idi. Ya da alın Cruyff’u; Sarı Fare yalnızca sahada değil kulübede de rakiplerinin başını döndürmede mahirdi.
Futbolu — biraz da erken sayılacak bir yaşta — bıraktığında her yıldız gibi o da aynı soruya muhatap oldu: Acaba futbolculuğunda harikalar yaratan Zidane hocalığında da aynı beceriyi gösterebilecek miydi? Meraklı bakışlar ve sorgulayıcı gözler Zizou’nun üzerindeydi.
Ama o futbolcu olarak defteri kapattıktan sonra eşofmanları hemen üzerine geçirmedi. Takım elbiseleri kuşandı, yorumculukta şansını denedi, Perez’e danışmanlık yaptı. Ancak hiçbiri tam oturmadı üzerine, hiçbirinde kendi kimliğini bulmadı, hiçbirine kendi kimliğini yansıtamadı. O da döndü dolaştı, en iyi bildiği yere – sahaya — attı kendini. Kurslara gitti, diplomalar aldı, gerçek bir “büyük takım hocası” olan Ancelotti’nin rahle-i tedrisinden geçti. Real’in alt yapısında ve pilot takımında pişti. Ve sonunda, geçen sezon ortasındaki “Raffa” Benitez hüsranından sonra Real’in başına geçti.
Başkalarının elindeki kader
L’Equipe başyazarı Vincent Duluc, Zidane gibi bir geçmişe sahip futbolcuların “hoca” olmalarının ciddi bir risk içerdiğini söyler. Zira oyuncuyken kaderleri kendilerinden başka hiç kimseye bağlı olmaz. Kişisel yetenekleri, hırsları, çalışma disiplinleri ile kendilerine bir tarih yazarlar. Ancak antrenör olduklarında iş değişir; onların kaderi de kendi ellerinden çıkar, başkalarının arzusuna, oyuncularının başarılarına ve alınan sonuçlara bağlı hale gelir. Artık onların da şan ve şöhreti daha fazla sayıda insanın — kalecinin, defansın, orta sahanın, santraforun — elinde olur. Ve onlar da “yalnız, bir başına, bu kadere katlanmak zorunda” kalırlar.
Zizou da Bernabeu’ya hoca olarak adım attığında kaderini takımının ellerine bırakmıştı. Kafalarda birçok soru işareti vardı. Evet, taraftar takımın çok sevdiği bir efsaneye emanet edilmesinden memnundu. Ancak futbol otoritelerinin kahir ekseriyeti Zidane’ye şüpheyle bakıyordu. Futbolculuk başka, hocalık başkaydı. Soyunma odası yıldızlarla doluydu. Onların yüksek egolarıyla baş etmek ve onları yönetmek ustalık gerektirirdi. Zidane böyle bir deneyime sahip değildi. Onun parıltılı futbol kariyeri Real gibi bir takımın ağırlığını taşımaya yetmezdi.
Gelgelelim Zidane, sahadaki becerilerini fazlasıyla kulübeye yansıttı. Takım oluşturma, oyunu kurgulama, kondisyonu dengeleme, maç içinde değişik taktik varyasyonları tatbik etme vb birçok konuda, taktik ve teknik açıdan birçok söz söylenebilir. Bir Real taraftarı olarak beni ise esasta mutlu eden iki husus var: Biri, Zidane’nin Real gibi yıldızlar topluluğunda bir “kolej takımı” havası oluşturmasıdır. Real’i seyrettiğimde oynadıkları toptan zevk alan, birbirlerinin eksikliklerini gediklerini kapatan, birbirlerinin başarılarını takdir eden bir takım görüyorum. Yense de yenilse de futbolu güzelleştiren bir takım!
Aman Zidane üzülmesin!
Diğeri ise, Zidane’nin oyuncularla kurduğu ilişkinin güzelliğidir. Oyuncular hocalarına karşı saygılı. Düşünün Bale, Morata, James Rodriguez gibi başka takımların hayallerini süsleyen büyük oyuncular yedek kalıyor, ama takımda hır gür çıkmıyor. Herkes hocanın adil davranacağını biliyor; onun için ilk 11’e giren elinden geleni yapıyor, kenarda oturan hep hazır halde ondan forma bekliyor.
Realli oyuncular, hocalarına sadece saygı duymuyor;, onu çok da seviyorlar. Bunu her maçta gözlerinden okumak mümkün. Öyle ki insan bazen futbolcuların sırf “Zidane üzülmesin” diye canlarını dişlerine taktığı hissine kapılıyor. Asensio’nun ŞL final maçının ertesinde bitiminde Zidane’ye bir sarılışı vardı ki, onun üzerine konuşmak lâf israfı sayılır.
Bir buçuk yılda zirveye
Yarattığı bu hava semeresini verdi ve Zidane bir buçuk yıl içinde büyük zaferler kazandı. 2016’da Şampiyonlar Ligi’ni, Süper Kupa’yı ve Dünya Kulüpler Kupası’nı aldı. 2017’de Real’i beş yıl aradan sonra La Liga’nın tepesine çıkardı. Arkasından ara vermeden tekrar ŞL tacını taktı.
Rüya gibi bir başlangıç yaptı ve ondan iyi bir antrenör çıkmayacağını düşünenleri — çok şükür — mahcup etti. Bana kalsa hep böyle devam etmesini isterim, Real’in ve Zidane’nin hep kazanmasını dilerim. Ama böyle gitmeyeceğini de bilirim; her takım zirveden düşer ve her hoca da bir gün kaybeder. Şüphesiz Zidane de kaybedecek; diğer hocalar gibi o da yargılamalara tabi tutulacak, onun da kaderi sorgulanacak. Zaten o da buna hazır. Cardiff’te maçtan sonraki basın toplantısındaki sözleri bunu teyit eder nitelikte:
“Dün benim için ‘kötü’ diyorlardı. Bugün ise “iyi, harika’ diyorlar. Futbolda olur böyle şeyler, normaldir, yargılar ve kanaatler değişir. Değişmeyen tek bir şey vardır; o da çalışmak. Biz dün de çok çalışıyorduk. Bugün de çok çalışıyoruz. Yarın da çok çalışacağız.”
Son söz Duluc’un olsun:
“Herhangi bir eski oyuncu odaya girdiği zaman, onun geçmişte top koşturan biri olduğunu kavrar, bakışlarla kimliğini çözmeye çalışırız. Ama Zidane söz konusu olduğunda, onun kim olduğunu anında biliriz. Kafalar hafif bir afallamayla ona döner, kalabalık Kızıldeniz gibi yarılır, Zidane’nın karizması odada şimşek gibi çakar ve insana onun hiçbir zaman değişmediğini, hep aynı kaldığını düşündürür.” (https://www.socratesdergi.com/zarafet/)