[25 Mart 2018] Türkçe, lingüistik açıdan agglutinative bir dil (“bitişken” de deniyormuş, “eklemeli” de). Yani herhangi bir kelimenin kökü hep aynı kalıyor; üzerine habire çeşitli morpheme’lerin (daha fazla bölünmesi imkânsız, olabilecek en küçük “biçimbirim”lerin) eklenmesi yoluyla uzayıp kâh o yöne, kâh bu yöne kıvrılabiliyor.
Çocukluğumuzda (benim çocukluğum 1950’ler oluyor) “bil bakalım, en uzun sözcük hangisidir” diye sormaya bayılırdık birbirimize. Cevap hep aynıydı: Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız? Ayrı yazılan soru ekine kadarki ilk bölümü 36 harf. Müthiş. Tek problem şu: “Çekoslovakyalılaştırmak” diye anlamlı bir fiil mevcut değil. Balkanlaştırmak (to Balkanize) var da (= ufalayıp parçalamak, birbirine düşürmek), Çekoslovakyalılaştırmak diye bir terim türememiş, şu veya bu şekilde. Akla hemen 1938 sonbaharında Chamberlain ve Daladier’nin Hitler’in tehdit ve taleplerine boyun eğmesi geliyor. Ardından, Klement Gottwald’ın demokrasiyi yokeden 1948 hükümet darbesi geliyor. Ama ilki konferansın cereyan ettiği kente atfen “Münih İhaneti” gibi terimlerle anılıyor, ikincisi ise ülkenin Stalinize veya Sovietize edilmesini çağrıştırıyor. Her iki olaydan to Czechoslovakianize diye bir deyim türemedi; siyaset bilimi veya uluslararası ilişkiler literatüründe yerini bulmadı.
Fakat artık sevinebiliriz, daha doğrusu şimdiki çocuklar sevinebilir (tabii hâlâ aynı oyunu oynuyorlarsa), çünkü buldum, 36 değilse de 33 harf uzunluğunda, hem de anlamlı bir sözcük: İstikrarsızlaştıramadıklarımızdan mısınız? Başlığa çıkaracaktım, ama sığmaz diye yazının içinde tutuyorum. Anlamlı, çünkü “istikrarsızlaştırmak” gibi son derece gerçek bir fiilden türüyor. Çünkü dağılan ve tekrar nasıl bir araya geleceği belli olmayan bir dünyada, her yanımız büyük güçlerin kendilerinden küçük ve zayıf (gördükleri) ülkeleri şu veya bu nedenle hedef alıp istikrarsızlaştırma girişimlerine tanık oluyor.
Tabii en başta da Amerika ve Ortadoğu geliyor. Öyle ki, Pazar akşamları 24tv’de yayınlanan Serbestiyet programında, 18 Mart’ta kullanmışım bu ifadeyi: “Kaldırdığınız taşı sürekli kendi ayağınıza düşürmekten bıkmadınız mı? Irak müdahalesi bir felâket oldu. Suriye bir felâkete dönüştü. Şimdi İran’ı mı istikrarsızlaştıracaksınız?” (Program moderatörü Zeynep Türkoğlu’na, atılan tweet’lerden tam alıntıyı bulup yolladığı için teşekkür ediyorum.)
Fakat galiba öyle; yani bu çukura da yuvarlanacaklar ve bölgeyi de, dünyayı da yuvarlayacaklar gerçekten, zira yaklaşan bir çılgınlığın işaretleri habire çoğalıyor. (1) Suriye’de, ABD’nin başını çektiği Batılı koalisyon, Rusya + İran + Esad rejimi cephesiyle yüzyüze. (2) Bu koşullarda, Suudi Arabistan’da “yeni veilaht prens” Muhammed bin Salman’ın saray darbesiyle, tam Trump’ın ve İsrail’in istediği türden bir Suudi + Mısır + BAE (Birleşik Arap Emirlikleri) bloku kuruldu. Cephesini İran’a döndü ve ilk işi, uzlaşıcılıkla suçladığı Katar’ı (dolaylı olarak da Türkiye’yi) hedef almak oldu. (3) İsrail doğrudan İran’a vurmanın âdetâ ısınma turlarını atmaya başladı. İran’a ait dediği bir İHA’nın İsrail hava sahasına girmesi (ve İsrail helikopterlerinde düşürülmesi) olayını gerekçe göstererek, Suriye’deki İran mevzilerini iki defa (ve ikincisinde çok ağır biçimde) vurdu. Öyle ki İran, bu tehdit sinyaline karşı Tahran’da füzelerini de sergilediği büyük bir askerî resmigeçit düzenlemek ihtiyacını duydu.
(4) İngiltere’de Skripal olayı patlak verdi. Geçmişte Rus istihbaratında albay rütbesine yükselmişken 2006’da İngiltere lehine casusluktan yakalanıp hüküm giyen, fakat sonra bir casus takasıyla 2010’da gene İngiltere’ye göçüp yerleşen Sergey Skripal, yaşadığı Salisbury kentinde (kızı Yuliya Skripal ile birlikte) yol kenarındaki bir kanepede can çekişir vaziyette bulundu. Hastaneye kaldırıldılar ve 1970’lerde Sovyetlerde imal edilen Novichok grubuna mensup, A-234 diye bilinen bir “sinir ajanı”yla zehirlendikleri saptandı. Gene Putin muhaliflerinden, eski FSB görevlisi Aleksandr Litvinenko’nun 2006’da çayına Polonium-A karıştırılmak suretiyle zehirlenerek öldürülmesinin hâlâ taze anılarıyla birleştiğinde, bu tesbit bütün okların Rusya’ya ve Putin’e dönmesine yol açtı. İngiltere 23 Rus diplomatını, Rusya da karşılığında 23 İngiliz diplomatını sınır dışı etti (ve British Council’in St Petersburg şubesini kapattı). ABD, Almanya, Fransa ve Avrupa Birliği, son derece net bir şekilde İngiltere’ye arka çıktı. Özellikle (seçimler sırasında Rusya’dan siber-destek aldığı iddiasının ve bu konuda açılan soruşturmaların gölgesinde yaşayan, üstelik tek tük ara seçimlerde habire bozguna uğrayan) Donald Trump, Rusya’ya karşı benzersiz sertlikte mesajıyla dikkat çekti. Sonuçta, Rusya’ya karşı yeni ve daha katı bir Batı cephesi kurulmuş (veya yeniden kurulmuş) oldu.
(5) Hepsinin üzerine, ABD yönetimindeki değişim bindi. Trump biraz sürpriz bir şekilde Byeaz Saraya oturduğunda, Amerikan “kurulu düzen”i (veya isterseniz daimî yarı-derin devletini) toptan karşısına almayıp, kabinesini merkez-sağdan olabildiğince saygın isimlerle takviye etmeyi denemişti. Fakat şimdi ise bunlar mevkilerini birer birer “has Trumpçı”lara terkediyor. Ekonomi baş danışmanı Gary Cohn gitti; yerine Fox News’un ekonomi yorumcusu Larry Kudlow geldi (6 Mart). Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, kendisine haber dahi verilmeden kovuldu; yerine çiçeği burnunda CIA direktörü Mike Pompeo geldi (13 Mart). Rusya soruşturmasında Trump’ı savunmakla görevli özel hukuk ekibinin başındaki ünlü avukat John Dowd istifa etti; yerine bir diğer Fox News yorumcusu, hazırcevap showman’liğiyle bilinen Joseph diGenova geldi (21 Mart). Hemen ardından Ulusal Güvenlik Baş Danışmanı General McMaster da gitti… ve yerine, “şahinlerin şahini” diye bilinen, geçmişte Irak Savaşını ve Kuzey Kore ile İran’ın bombalanmasını savunmuş John Bolton geldi (22 Mart). Bütün bunlar ABD politikasında yeni bir sertleşme ve saldırganlık dalgasının işaretleri olarak yorumlanıyor.
Amerika’nın bu yeni iktidar konfigürasyonu Ortadoğu’ya ne getirecek? Türkiye’ye ne getirecek? Tillerson ve McMaster’lara kıyasla Bolton ve Pompeo’ların çok daha agresif ve itiraz tanımaz bir üsttencilikle davranması beklenmeli. Bu da herhalde “öyle nötr durma; al Rojava’yı, ver İran’a karşı desteğini” baskısının artmasını getirecek. Olmazsa, belki başka tehdit-teklifler sökün edecek.
ABD-İsrail ekseni, aşırı dediğim dedikçiliğiyle Ortadoğu’yu düzen adına düzensizleştirmeye, istikrara kavuşturmak adına istikrarsızlaştırmaya, düpedüz “batırma ve bitirme”ye gidiyor.