Ana SayfaYazarlarKassandra (ya da, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar)

Kassandra (ya da, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar)

 

[9 Ocak 2017] “Testi kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur” deriz (bir varyantı “araba devrildikten sonra” şeklindedir). Sonradan ukalâlık etmenin değil, önceden uyarmanın önemine işaret eder. Ama aslında bizim kültürümüzde ondan da pek hoşlanılmadığını başka bir atasözümüz itiraf eder: “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.”

 

Eski Yunan mitolojisinde buna Kassandra’nın bahtsızlığı karşılık gelir. Ne Hera, ne Afrodit, ne Athena. Paris Aleksandros’un karşısına çıkıp, bu yakışıklı delikanlıya kendilerini “en güzel” seçtirmek için çeşitli vaatlerde bulunan muktedir, hırstan gözü dönmüş tanrıçalarla pek işim olduğu söylenemez. Benim gönlüme İfigenya, Nafsikaa ve Kassandra hitap eder.

 

                                                                     *          *          *

 

İfigenya için ağlarım, çünkü baba zulmünün en masum kurbanıdır (kelime anlamıyla). Miken hükümdarı ve bütün Aka diyarlarının “krallar kralı” veya “yüksek kralı” (eski Türk politik terminolojisinde “hanlar hanı” ya da “kağan”ı) Agamemnon’un kızıdır İfigenya. Paris’in Sparta kralı  Menelaos’un karısı Helen’i kaçırması üzerine, Menelaos ağabeyi Agamemnon’a gidip şikâyet eder ve yardım ister. Agamemnon’un çağrısıyla bütün o küçük küçük prensliklerden “bin gemi” toplanır Aulis limanında. Fakat rüzgâr tersten estiği için bir türlü denize açılamazlar. Sonunda bir kâhine danışılır; anlaşılır ki Agamemnon’un ormanda avlanırken yaraladığı geyik, tanrıça Artemis’in kutsal geyiklerinden biriymiş; onun için Agamemnon kendi kızlarından birini kurban etmedikçe kalkmazmış bu lânet. O alçak da kendi fetih hırsı ve otoritesi uğruna yapar bunu; İfigenya’yı sunağa yatırıp kendi eliyle boğazını keser (bkz yukarıda solda, François Perrier’nin İfigenya’nın Kurban Edilişi tablosu, 17. yüzyıl). “Ne yalvarmaları para etti, ne baba diye hıçkırması / Ne de gözlerini savaş bürümüş kralların dizlerine kapanması” (Aiskhylos, Oresteia). Yunanlılar henüz tektanrıcılığı tanımadıklarından, bir Yehova da çıkmaz ki Hazreti İbrahim’e yaptığı gibi gökten bir koç göndersin. İfigeniya bütün erkeklerin (babaların, kocaların, erkek kardeşlerin) bütün kadınlara (karılarına, kızlarına, kızkardeşlerine) yapabileceklerinin bir simgesine dönüşür.

 

                                                                     *          *          *

 

Nausikaa’ya belli belirsiz tutkunumdur, bastırıp içine attığı aşkı nedeniyle. Belki biraz da kıskanırım Odiseus’tan. Odiseia’daki efsanevi Faekiya (veya İskerya) adasının kralı Alkinoos ve kraliçesi Arete’nin çok genç, çok güzel kızıdır (bkz yukarıda ortada, Frederic Leighton’ın 1878 tarihli Nausicaa tablosu). Büyücü Kalypso’nun adasından kaçan Odiseus, Poseidon’un çıkardığı fırtınada salı batınca, Faekiya’da karaya çıkar. Geceyi çalılıklarda çırılçıplak uyuyarak geçirir; ertesi sabah çok yakından gelen şen şakrak kadın sesleriyle uyanır. Nausikaa hizmetindeki kadınlarla birlikte dereye çamaşır yıkamaya gelmiştir. Olanca savaşçı erkek haşmetiyle Odiseus, önüne bir dal örterek çıkar saklandığı yerden. Hepsi kaçar, bir tek Nausikaa kaçmaz. İkisinin arasında bir elektriklenme yaşanır (Odiseia’nın İngilizceye Robert Fitzgerald çevirisinde, W. T. Mars’ın insanın içine işleyen bir çizimi vardır bu sahneye dair). Nausikaa Odiseus’u giydirir, yol yordam gösterir, sarayda önce annesi Arete’ye sığınıp yalvarmasını tenbihler (George Thomson’un klasik Marksist yorumuna göre, Faekiya aslında Girit’tir, Minos’tur, Minos’un eski anaerkil kültürünün kalıntılarına yansıtmaktadır ve Arete’nin Alkinoos’tan önemli olması da bunun bir parçasıdır). Herşey Nausikaa’nın dediği gibi olur; Odiseus izzet ve ikramla ağırlanır sarayda; şerefine düzenlenen ziyafette gerçek kimliğini de açıklar; kendisine gemiler verilir ve İthaka’ya uğurlanır. Bu arada, küçük, sessiz, açığa vurulmamış titreşimler gidip gelir Nausikaa ile Odiseus arasında. Odiseus’a göre Nafsikaa bir tanrıça kadar alımlıdır. Nafsikaa ise en yakın arkadaşına, keşke kocam onun gibi olsa der. Babası Alkinoos daha ileri gidip, Odiseus’a adada kalacak olması halinde Nafsikaa ile evlenebileceğini söyler. Ama Odiseus İthaka’ya dönmeye kararlıdır. Sonunda Nafsikaa Odiseus’u uğurlarken “beni hiç unutma, çünkü sana ben hayat verdim” der. Odiseus ise kendi krallığına dönüp karısı Pinelopi’ye kavuştuğunda, on yıllık yolculuğu boyunca yatıp kalktığı bütün kadınlardan da söz eder. Bir tek Nafsikaa’nın adını anmaz. Bu da aslında birbirlerinin gözünde ne kadar özel olduklarına işaret eder.   

 

                                                                       *          *          *

 

Ama kendimi en çok Kassandra’ya yakın hissederim. Adı, kimsenin duymaktan hoşlanmadığı doğruları çağrıştırır.

 

Sanırım onunla 1964-65’te aldığım Klasik Uygarlık derslerinde, Aiskhylos’un Oresteia trajik üçlemesinin sayfalarında tanıştım. Troya kralı Priamos ve kraliçesi Hekabe’nin kızlarındandır. Prensestir ve kendini tanrı Apollo’ya adamıştır; onun tapınağında rahibedir. Bu da bakirelik yemini etmiş olması demektir. Gelgelelim, Apollo âşık olur Kassandra’ya. Kızı baştan çıkarmaya kalkar; bunun için de ona kehanet (geleceği görme) yeteneği bahşeder. Ama Kassandra gene de boyun eğmeyince, bu sefer ağzına tükürür ki bundan böyle kehanetlerine kimse inanmasın (öykünün başka bir varyantında, Kassandra önce kabul ettiği, sonra sözünü tutmadığı için cezalandırılır). Her halükârda, tanrının dediği olur; bundan böyle kimse kulak asmaz Kassandra’nın dediklerine. Herkes ona deli muamelesi yapar. Hattâ bazı rivayetlerde, babası Kral Priamos’un emriyle özel bir piramit-hücreye kapatılır. Bu yüzden çılgınlığı daha da artar. Erkek kardeşi Paris’in Helen’i kaçırmaya kalkacağını, bunun da Troya Savaşına yol açacağını ve kentinin sonu demek olacağını görür ve bilir, örneğin. Paris’e Sparta’ya gitmemesini söyler ama dinletemez. Daha sonra Helen’in geldiğini görünce üzerine atlar, peçesini yırtar, saçını çeker, şehre sokmamaya çalışır, ama Troyalılar Helen’i karşılar ve bağırlarına basar. Savaşın onuncu yılında, Akaların çekip gitmiş gibi gözükürken geride bıraktıkları Tahta At’ın içinde Yunanlı askerlerin gizlenmekte olduğunu da söyler, ama bir kere daha kimseye kabul ettiremez. Bu da, öngördüğü gibi, memleketinin ve kendisinin felâketi olur.

 

Tahta At’ın içinden çıkan Aka savaşçıları kentin kapılarını açar; karanlıkta geri dönmüş olup dışarıda bekleyen orduyu içeri alır. Troya düşer, yakılıp yıkılırken Kassandra tanrıça Athena’nın tapınağına kaçar. Athena’nın tahtadan bir heykeline yapışır ve kendini himaye etmesi için yakarır. Buna rağmen Küçük Aias ya da Lokrisli Aias tarafından zorla çekilip alınır ve hemen oracıkta, tapınağın içinde tecavüze uğrar (bkz yukarıda, en sağda, Tischbein’ın 1806 tarihli Aias ve Kassandra tablosu). Bu, sığınma hakkının ihlâlidir, tanrılara saygısızlıktır, kutsallığın ayaklar altına alınması demektir. Zeus, Poseidon ve Athena, muzaffer Akaları ayrıca cezalandırır bu yüzden. Gemileriyle dönerken fırtına çıkarıp filoyu dağıtır ve çoğunu batırırlar. Krallar kralı Agamemnon, ganimetten payına düşen cariyesi Kassandra da birlikte olmak üzere, Argos’a ve oradan Miken’e varır.

 

Ne ki orada kendisini başka bir son beklemektedir. Kızları İfigeniya’yı hırsına kurban etmesini affetmemiş olan karısı Klitemnestra, kendine Aegisthus diye bir âşık bulmuştur kocasının yokluğunda. On yıl beklemiş ve intikam planları yapmıştır. Miken’e varan Agamemnon’un önüne (aslında fânilerin asla üzerine basmaması gereken) mor-kırmızı halılar serer; onu aşırı sevgi ve saygı gösterileriyle hamama dâvet eder. Agamemnon ilk başta irkilir ve reddeder; kral ve kraliçe atışırlar bir süre; ama sonunda Klitemnestra’nın zehirli, çatallı dili iğvasını kabul ettirir. Bu arada arabasından inen Kassandra gene Agamemnon’un (ve kendisinin) başına gelecekleri bilir; feryat eder gitmemesi için: “Apollo, Apollo! / Yolların ve yoılculukların efendisi, felâketim benim. / Beni sonunda nereye getirdin? / Burası kimin evi böyle? / (…) / Ah, utanın, utanın, şimdi [o, Klitemnestra] ne amaçlıyor acaba? / Nedir, evin içinde tasarladığı / Bu yeni ve korkunç melânet? / (…) / O kadar zalim olabilir misin gerçekten, / Bunu yapacak kadar? Kendi yatağının erkeğini / Tertemiz suyla yıkarmış gibi yapıp / Ve derken — nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum gerisini. / Çok hızlı yapacaklar bu işi. / Bak, bir eli aranıyor şimdi / Ve diğer el de geliyor peşinden / (…) / Bakın, bakın, işte orada! Yanaştırmayın boğayı dişisine / Ağına dolayıp kıstırıyor onu ve vuruyor / Siyah boynuzuyla; yıkılıyor [erkek] su dolu teknede / (…) / Size söylüyorum, Agamemnon’un ölüsünü göreceksiniz birazdan…”  

 

Kassandra’nın ünlü “cinnet sahnesi”dir bu. İçerde, hamamda, Klitemnestra (ve Aegisthus) robalara sardıkları Agamemnon’u bıçaklayarak öldürmekte; dışarıda Kassandra da bunu tane tane anlatmakta; ama her  iki üç dizede bir araya giren Koro bir türlü olan biteni idrak edememektedir.

 

Derken Agamemnon’un çığlıkları duyulur. Sonra sarayın kapıları açılır. Agamemnon ve Kassandra cansız yatmakta; Klitemnestra üzerlerinde dikilmektedir.

 

“Şimdiye kadar söylediğim her şey, zorunluluktandı” diye söze girer.

- Advertisment -