[25 Şubat 2019] 1982 Dünya Kupası’nı hatırlar mısınız? 35 yaşımdaydım (Dante ve Cahit Sıtkı gibi, farazî Ortaçağ yaşam süresinin yarısında). Gerek reel, gerekse psikolojik anlamda ne kadar bol zamanım varmış (veya öyle hissediyormuşum) ki, televizyon karşısında maç kaçırmadığım günlerdi.
Henüz grup maçları aşamasındayız; orkestra şefliğini Michel Platini’nin yaptığı Fransa Kuveyt’le oynuyor ve skor 3-1’i bulmuş. Derken Alain Giresse, Kuveyt savunmasının âdetâ seyrettiği bir gol daha atıyor. Sonrasında, tribünlerden gelen esrarengiz bir düdük sesi üzerine durduklarını iddia ediyorlar. Kurallarda böyle bir gerekçeye yer yok tabii, golün sayılmaması — ya da, yeniyetme spikerlerimizin edebiyat parçalamaya kalkan özenti ve zoraki üslûbuyla “gol değeri kazanmaması” için. Hakem de santrayı gösteriyor. Ama o ne? Kuveyt Futbol Federasyonu başkanı Prens Fahid locasından iniyor, sahaya giriyor ve hakemle tartışmaya başlıyor. Takımını sahadan çekmekle tehdit ediyor. Oyun dakikalarca duruyor ve sonrasında, hakem Miroslav Stupar inanılmaz bir şekilde boyun eğip karar değiştirerek maçı hava atışıyla devam ettiriyor. Bu sansasyonel müdahale, Kuveyt’i 4-1 yenilmekten kurtaramıyor. Saha dışında ise Stupar’ın cezası ömür boyu hakemlikten men, Prens Fahid’in cezası 8000 sterlin oluyor.
Aynı 1982 kupası, bu sefer yarı finaller. Fransa ile Almanya karşı karşıya. İkinci yarının ortalarında, durum 1-1’ken, Platini orta sahadan hafif çapraz bir pas şandelliyor, Alman ceza sahasının hemen önlerine. Maça sonradan giren Patrick Battiston, gerilerden şimşek gibi fırlıyor ve yetişiyor, daha doğrusu yetişecek gibi. Olmuyor; Schumacher kalesinden fırlıyor ve topa değil doğrudan Battiston’a yöneliyor. Sıçrıyor ve ancak Amerikan futbolunda yeri olabilecek bir “şarj”la (?) eziyor Fransız defans adamını. Sonra da, Battiston yerde baygın yatarken zerrece ilgilenmeksizin kalesinin önünde esneme egzersizleri yapmaya koyuluyor. Ve hakem Schumacher’e kırmızı kart göstermiyor! Devamında, normal süre 3-3 bitiyor ve Almanya penaltı atışlarını kazanıp, İtalya’ya 3-1 yenileceği (benim de içimden oh olsun diyeceğim) finale çıkıyor.
Dört yıl sonra, bu sefer 22 Haziran 1986’da İngiltere ile Arjantin, Mexico City’nin Estadio Azteca’sında çeyrek final oynuyor. 51. dakikada kale sahasına doldurulan bir topa küçücük Diego Maradona yükseliyor ve Peter Shilton’dan 20 santim kısa olmasına karşın, her nasılsa İngiliz kalecisinin üzerinden topu ağlara gönderiyor. İtirazlara karşın, uzun süre kafa vurduğunda ısrar edecek. Ancak kale arkası fotoğrafları, kafasının hemen yanına getirip gizlediği eliyle çok iyi bir voleybol “plase”si yaptığını, hakemin de bunu yediğini ortaya koyuyor. Bu sefer ağız değiştiriyor ve hiç utanmadan, “herhalde Tanrının eliydi” açıklamasına sığınıyor.
Neredeyse yirmi yıl ileri sarın ve oynatın. 16 Kasım 2005, Dünya Kupası elemelerinde ikinci Türkiye-İsviçre maçı. Türkiye 4-2 kazanıyor ama elenmekten kurtulamıyor. Fatih Terim’in hırsı ve siniri oyunculara da sirayet etmiş (bir teknik direktöörün, vülger milliyetçilik diline başvurup “içimizdeki İrlandalılar”dan dem vurması ne demek?). Kimileri sonucu hazmedemeyip İsviçreli futbolculara sille tokat girişiyor. Terim’in yardımcısı konumundaki Mehmet Özdilek (Şifo Mehmet) de çıkış tüneline yürümekte olan Valon Behrami ve Benjamin Huggel’e arkadan saldırıp tekme atıyor (ağzımın açık kaldığını hatırlıyorum). Bedel ağır. Türkiye Futbol Federasyonu’na, 6 maç seyircisiz oynama, 200,000 İsviçre Frangı, 20,000 İF de duruşma masrafı. Alpay (Özalan) ve Emre (Belözoğlu)’na, 6’şar maç men, 15,000’er İF ve 1000’er İF de duruşma masrafları. Serkan (Balcı)’ya 2 maç men, 5000 İF artı 500 İF duruşma masrafı. Mehmet Özdilek’e 12 ay hak mahrumiyeti, 15,000 İF artı 1000 İF duruşma masrafı. Ama enteresandır, Maradona gibi Şifo Mehmet de pek bir vicdan muhasebesi yapmıyor gibi. Olaydan bir yıl sonra hâlâ, “bir anlık refleks sonucu futbolcuya tekme atan teknik adam olarak hedef tahtası haline gel”mesinden, büyük bir haksızlığa uğramışçasına yakınıyor.
* * *
Hafızamı yokluyorum; bunca yıllık spor seyirciliğimde, aklımda kalan en absurd, en haksız, en tuhaf, en grotesk, en isyan ettirici futbol sahneleri galiba bunlardı — dün akşama kadar. Şimdi bir yenisi eklendi, Chelsea ile Manchester City arasında oynanan Carabao Kupası final maçından. Maurizio Sarri’nin takımı, daha geçen haftalarda Premier League’de 6-0 yenildiği City’ye, doğrusu iyi direniyor bu sefer. Normal süre de, uzatmalar da 0-0; işin penaltılara gideceği besbelli. Son dakikalarda Sarri, kaleci değiştirmeye karar veriyor. Biraz önce bacağına kramp giren Kepa Arrizabalaga’yı çıkaracak; aynı kupanın 2016 finalinde, Manchester City’de oynarken Liverpool’un üç penaltısını kurtaran Willy (Wilfredo) Caballero’yu alacak.
Fakat o da ne?! Arrizabalaga (en tepede, sağda) çıkmayı reddediyor sahadan. Avazı çıktığı kadar bağırarak meydan okuyor teknik direktörüne. Böylesini kimse görmemiş. Sarri önce şaşırıyor, sonra çılgına dönüyor (yukarıda solda). O da bağırmaya başlıyor. Derken olmayacak şeyin üzerine ikinci bir olmayacak şey ekliyor: ısrar edemiyor değişiklik kararında. Vazgeçiyor, boyun eğiyor, antrenörlük iradesini teslim ediyor şımarık oyuncusuna. Kendini o kadar kaybediyor ki, bir ara çıkış tüneline gidiyor, sonra geri dönüyor. Penaltılar başlarken, önce oyuncularına gidip sarılıyor, ama durmuyor ve hemen ayrılıyor. City 4-3 kazanıyor penaltıları. Sarri ayıbına ayıp ekliyor; ne, o kadar mücadele edip ter döken kendi oyuncularını tebrik ediyor, ne de galip takımı ve meslekdaşı Pep Guardiola’yı. Arkasına bakmadan çıkıp gidiyor stadyumdan. Anladık, temel sorun Kepa Arrizabalaga’nın terbiyesizliği ve kendini bilmezliği. Bana kalırsa, kariyeri burada bitmeli. Ne Chelsea’nin kalesini bir daha korumalı, ne de başka herhangi bir elit takım tarafından transfer edilmeli. Gitsin langırt oynasın. Ama bir antrenörün de “cool”unu bu kadar yitirmesi nasıl bağışlanır?
Öyle saçma, öyle acayip bir sahneydi ki… Kendimi bir an Kuveyt’te, Suudi Arabistan’da, Venezuela’da, ya da ne bileyim Türkiye’de (belki Müge Anlı’nın programında) sandım.