Bazen bir kitap, içinde doğmadığı bir coğrafyanın ruh hâlini bile korkutucu bir berraklıkla açığa çıkarabilir. Eric Hoffer’ın Kesin İnançlıları böyle bir kitap. 1951 yılında ABD’de yazılmış olsa da, satır aralarında, neredeyse bugünün Türkiye’sinden yankılar işitilir. Hoffer, kitlesel hareketlerin doğasını anlamak için bireyden başlar; onun yalnızlığından, öfkesinden, eksikliğinden. Kitle hareketleri, ona göre bir fikrin ya da inancın büyüklüğünden değil, onu taşıyan bireylerin içsel boşluklarından doğar. İnsan, ne zaman ki kendiyle baş başa kalamaz hâle gelir, o zaman bir davaya “inanmaya” hazır hâle gelir.
Türkiye’de son yıllarda yükselen kutuplaşmalar, sadakat kültürleri, lider etrafında toplanan kült kolektifleri ve politik inançların dini dogmalarla neredeyse eşdeğer hâle gelişi, Hoffer’ın tespitlerini neredeyse bire bir doğrular. Onun tarif ettiği “kesin inançlı” kişi, yalnızca bir ideolojiye bağlanmaz; aynı zamanda kendi benliğinden, sorumluluğundan ve düşünsel özgürlüğünden de vazgeçer.
“Bir hareketin ilk kıvılcımı fikirde değil, kişide başlar. Gerçek inanç, boşlukla karşılaşmış bir benlikten doğar.” (Hoffer)
Bu satırda, yalnızca geçmişin faşist ya da komünist kitleleri değil, bugünün ekran bağımlısı, öfke yüklü, sosyal medyada linç kolektifine dönüşmüş insanları da görürüz. Türkiye’de bugün bir kimlikten ötekine geçişin bu denli hızlı olması, ideolojilerin birbirine bu kadar kolay dönüşebilmesi tam da Hoffer’ın uyardığı şeye işaret eder: İnanç değil, boşluk belirleyicidir.
Peki, Hoffer’ın kavramlarını kullanarak, Türkiye’de son yıllarda yükselen otoriterleşme, politik sadakat, kültürel kapanma ve bireyin yok oluşu gibi meseleleri irdeleyecek olursak nasıl bir tablo ile karşı karşıyayız?
Kendi olmaktan vazgeçmenin cazibesi: Siyasal sadakat ve benliğin çöküşü
Eric Hoffer’a göre kitlesel hareketlerin temelinde yatan itki, insanların bireysel benliklerinden duyduğu derin memnuniyetsizliktir. Ona göre kişi, kendi hayatının sorumluluğunu taşımaktan yorulduğunda, onu dışarıya devretmek ister. Bu nedenle de karizmatik liderlerin, yüce ideallerin ya da kutsal davaların etrafında kümelenmek, bir tür varoluşsal kaçış sunar:
“Bir insan kendinden hoşnut değilse, o zaman kendisi olmaktan vazgeçmeye hazırdır.”
Bu tespit, Türkiye’nin son yıllardaki siyasal atmosferinde oldukça tanıdık bir tabloyu açığa çıkarıyor. Lider merkezli siyaset anlayışı, partizanlıkla kutsanmış sadakat ilişkileri ve her türlü eleştiriyi “ihanet” olarak damgalayan toplumsal refleksler, bireylerin kendi benliklerini devretme arzusunun tezahürleri olarak pekala okuna bilinir.
Birçok insan için artık mesele düşünmek, tartışmak ya da sorgulamak değildir; mesele “taraf olmak”tır. Çünkü taraf olmak, düşünmenin yükünü ortadan kaldırır. Hoffer’ın da dediği gibi, “kesin inançlı” insan için inanç, zihinsel çabanın sonudur. Bu tip inançlar, esneklik ve dönüşüm taşımaz; çünkü bu inançların asıl işlevleri, kişiyi kişisel kararsızlıklarından azat etmektir.
Türkiye’de özellikle sosyal medya ortamında oluşan “dijital kalabalıklar”, Hoffer’ın kitle ruhu tarifine birebir oturur. Bugün bir liderin ya da hareketin etrafında oluşan çevrim içi sadakat halkaları, sadece politik değil, psikolojik bir ihtiyaçtan beslenmektedir: Ait olmak, dağılmamak, yalnız kalmamak.. Hoffer bu durumun tehlikesini açıkça dile getirir:
“Kendine ait olmayan bir hayat yaşamak, özgürlükten değil, korkudan doğar.”
Türkiye’de birçok birey, tam da bu korkuyla hareket etmektedir. Kendi hayatının sorumluluğunu taşımaktan, eleştirel bir öznellik geliştirmekten korktuğu için, bir grubun içinde erimek ister. Bu durum yalnızca iktidar çevrelerinde değil, muhalif yapılarda da sıkça gözlemlenir. Çünkü Hoffer’a göre mesele ideolojiden çok, psikolojik doyumla ilgilidir. İnsan neye inandığından çok, neden inanmaya ihtiyaç duyduğuyla şekillenir.
Bu bağlamda kesin inançlılık, politik bir pozisyon değil; psikolojik bir eğilimdir. Türkiye’de bu eğilim, sağda ya da solda, dindar ya da seküler her toplulukta gözlemlenebilir. Çünkü mesele bir fikre sahip olmak değil, bir fikir tarafından sahiplenilmektir. Hoffer’ın ifadesiyle:
“Kesin inançlı kişi, özgürlüğünü bir yük gibi görür. Onun istediği, kendisi yerine düşünecek, yön verecek ve karar alacak bir otoritedir.”
Nefretle bütünleşmek: Kolektif düşmanın cazibesi
Eric Hoffer, kesin inançlıların ruh hâlini şekillendiren en güçlü duygunun nefret olduğunu söyler. Bu nefret, bireysel bir öfkenin ötesinde, topluca paylaşılan, yönlendirilmiş ve organize edilmiş bir duygudur. Nefret edilecek bir öteki yaratmak, bir araya gelmenin en kolay yollarından biridir. Ortak bir hedef değil, ortak bir düşman etrafında birleşen kitleler, bu düşman üzerinden kimlik kurar.
“Düşman, kendi benliğinden kaçmanın en güvenli sığınağıdır.”
Bu tespit, Türkiye’deki siyasal ve kültürel atmosferi anlamak için çarpıcı bir kapı aralar bizlere. Zira son yıllarda toplumun birçok kesiminde görülen kutuplaşma, yalnızca fikir ayrılıklarından değil, özenle inşa edilmiş bir ‘biz ve onlar’ şemasından kaynaklanıyor. İktidarın ya da muhalefetin politikaları bir tarafa, birçok insan artık bir fikir ya da vizyon için değil, birilerini dışlamak, küçümsemek ya da nefret etmek için bir araya geliyor. Bu, Hoffer’ın deyimiyle “olumsuz bir bağlılık”tır.
Olumsuz bağlılık bu anlamda anahtar bir kavram olur. Zira, Türkiye’de düşman figürü sabit değildir ama hep oradadır: kimi zaman “dış güçler”, kimi zaman “iç mihraklar”, kimi zaman “dindarlar”, kimi zaman “laikler”, bazen “elitler”, bazen “halk”, bazen “kadın hareketi”, bazen “LGBTİ+ topluluğu”, bazen “milliyetçiler”, bazen “Kürtler”… Bu sürekli dönüşen öteki, kolektif bir nefretin yönlendirilmiş hâlidir.
“Bir inanan için düşman, hem varoluşunun gerekçesidir, hem de kimliğinin koruyucusudur.”
Hoffer’a göre kesin inançlı birey, kendini olumlu bir değerle tanımlamakta zorlandığı için, kendisini nefreti üzerinden tanımlar. Türkiye’de her geçen gün daha da keskinleşen toplumsal bölünmelerin nedeni tam da budur: inançlar üzerinden değil, nefret üzerinden kurulan aidiyetler.
Hoffer’ın döneminde televizyon ya da sosyal medya yoktu; ama onun kavramsallaştırdığı “kolektif ruh hali”, bugün dijital çağda daha da hızla yayılıyor. Sosyal medya algoritmaları, insanları daha çok kendi yankı odalarına hapsederek, “biz”i güçlendirirken “onlar”ı daha da düşmanlaştırıyor. Artık birçok kişi, bilgiye değil; nefretini doğrulayacak içeriğe ulaşmak istiyor. Bu da akıl yerine öfkeyle yönlendirilen bir toplumsallık doğuruyor.
Geleceğe tutunmak, geçmişte donakalmak: Devrimciliğin ve muhafazakârlığın ortak çatısı
Eric Hoffer, Kesin İnançlılar’da devrimci hareketlerle muhafazakâr hareketlerin aslında düşündüğümüz kadar zıt kutuplar olmadığını öne sürer. Ona göre her ikisi de mevcut durumdan radikal bir kopuş arzusunu barındırır; sadece bu arzunun yönü farklıdır. Devrimci geçmişi yıkmak isterken, muhafazakâr onu yücelterek bugünü inkâr eder.
“Kitle hareketlerinin temel motivasyonu ne ilerleme ne gerilemedir; amaç, şimdiki zamandan kaçmaktır.”
Bu bakış açısıyla Türkiye’deki güncel ideolojik konumlanmalara baktığımızda, sıklıkla iç içe geçen, paradoksal söylemlerle karşılaşırız. Dindar-muhafazakâr hareketlerin geçmişe övgüsüyle kurduğu ideolojik yapı, aslında radikal bir gelecek mühendisliğine dayanır. Tıpkı devrimci hareketlerin ütopyacı projeksiyonları gibi, burada da şimdi, bir “geçiş aşaması”dır. Bugün, ya geçmişin yitirilmiş “altın çağı”na geri dönmek için ya da ideal bir gelecek için feda edilmelidir.
AK Parti’nin ilk yıllarındaki “muhafazakâr demokrasi” tanımı ya da daha sonra kurulan “yeni Türkiye” ideali, Hoffer’ın sözünü ettiği bu ideolojik kaymaların en belirgin örneklerinden biridir. Bir yandan geleneğe yaslanmak, öte yandan radikal bir toplumsal dönüşüm gerçekleştirmek arzusu, hem devrimci hem de muhafazakâr bir yönelim barındırır.
Bu durum yalnızca iktidar çevrelerinde değil, muhalif hareketlerde de gözlemlenir. Sol tandanslı hareketlerin geçmişe (örneğin Gezi ruhuna) duyduğu özlem ile aynı anda radikal bir gelecek tahayyülü kurması, Hoffer’ın tarif ettiği şekilde, şimdiki zamanın dayanılmaz ağırlığından kurtulma arzusudur.
“Kesin inançlı kişi geçmişi kutsayabilir ama asla geçmişte yaşamak istemez. O, geleceği yaratmak ya da geçmişi yeniden kurmak ister. Şimdi ise ona yabancıdır.”
Türkiye’de siyasal ve kültürel tartışmaların en eksik bıraktığı alan, bugündür. Ne tam anlamıyla geçmişle hesaplaşılır, ne de geleceğe dair net bir vizyon ortaya konur. Bunun yerine, geçmiş ve gelecek üzerine kurulu retoriklerle, şimdiki zaman silinir. Bu durum, Hoffer’ın şimdiden kaçış teorisiyle birebir örtüşür.
Boşluktan doldurulmuş aidiyete: Kimliğin çöküşü ve kitleye sığınmak
Eric Hoffer, kesin inançlı bireyleri tanımlarken onları “hayatında anlam ya da başarı bulamayan, bunun yerine kendini bir davaya adayan kişiler” olarak betimler. Bu kişilerin temel özelliği, kendi bireysel varoluşlarının yeterli ya da değerli olmadığına dair sarsıcı bir kanaat taşımalarıdır. Başarı, saygınlık, sevilme ya da aidiyet hissinden mahrum kaldıklarında, bu boşluğu doldurmak için bir “bütün”ün parçası olma arzusu devreye girer.
“İnançlı insan, kendisinden vazgeçmek ister; çünkü onun gözünde kendisi, terk edilmesi gereken bir yük, bir başarısızlık vesikasıdır.”
Bugünün Türkiye’sinde gençlerden yetişkinlere kadar birçok bireyin yaşadığı en derin krizlerden biri, kişisel anlam arayışıdır. Özellikle ekonomik güvencesizlik, sosyal izolasyon ve gelecek belirsizliği arttıkça, bu boşluk daha da derinleşir. Hoffer’ın kavramsallaştırdığı bu boşluk, Türkiye’de çoğu zaman siyasal aidiyetler, dini gruplar ya da kültürel “mahalleler” ile doldurulur. Aidiyet hissi, bireyin kendisini değil; ait olduğu yapıyı öne çıkardığı bir forma bürünür.
Burada dikkat çekici olan, bu aidiyetlerin rasyonel argümanlardan çok duygusal ve kimliksel bağlar üzerinden kurulmasıdır. Kişi, kendini anlatmak yerine grubunun öfkesini paylaşır, başarısını değil sadakatini ön plana çıkarır. Bu da Hoffer’ın şu gözlemiyle örtüşür:
“Bireysel kimliğini feda eden kişi, bir kitlenin içinde kendini daha gerçek hisseder. Çünkü orada yargılanmaz, orada yalnız değildir.”
İnanç değil, boşluk belirleyicidir, demiştik. Çünkü boşluk duygusu sadece ideolojik değil, aynı zamanda varoluşsaldır. Türkiye’de bu boşluk bazen dini cemaatlerle, bazen milliyetçi örgütlerle, bazen radikal siyasal hareketlerle, bazen de görünüşte apolitik olan “yeni yaşam biçimleri”yle doldurulmaya çalışılır. Bu yapılar, bireye bir anlam sunar; onu bir bütünün parçası hâline getirir. Fakat bu bütün, çoğu zaman bir birey olmanın sorumluluğunu değil; bir “taraftar” ya da “sadakat göstericisi” olmanın kolaycılığını sunar.
“Kitle hareketleri, kendini unutanları çağırır. Ve kendini unutmak isteyen çoktur.”
Son sığınak: Kendiyle yüzleşemeyen toplumlar için Hoffer’ın aynası
Eric Hoffer’ın Kesin İnançlıları, yalnızca kitlesel hareketleri anlamak için değil; aynı zamanda bireyin iç dünyasındaki boşlukları, korkuları, kaçış arayışlarını anlamak için de yazılmış bir metindir. Onun tarif ettiği “kesin inançlı”, aslında sadece bir ideoloji mensubu değil; bir kendilik krizinin sonucudur. Kendiyle baş edemeyen, hayatındaki boşlukları bir davanın uğultusuyla bastıran, aidiyet üzerinden benliğini inşa eden bireyin portresidir bu.
Bugünün Türkiye’sine baktığımızda, bu portre fazlasıyla tanıdık: Geçmişle hesaplaşamayan, geleceğe güvenemeyen ve bu nedenle bugünü sürekli inkâr eden bireyler… Kimliğini ideolojik etiketlerle, partisel sadakatle, kültürel mahalle aidiyetleriyle tarif eden, bireysel sorumluluğu değil, kolektif bağlılığı ideal sayan bir kalabalık… Bu kalabalık yalnızca siyasetin ya da dinin değil, popüler kültürün, yeni yaşam biçimlerinin, “influencer ahlakı”nın da parçası olabilir. Çünkü Hoffer’ın da dediği gibi:
“Boşluk hissi ideolojiden önce gelir. İnsan önce düşer, sonra bir inanca sarılır.”
Bu yüzden Kesin İnançlılar, sadece tarihî bir analiz değil, bugünün bireyine yöneltilmiş ahlaki bir sorudur da aynı zamanda: Gerçekten neye inanıyorsun ve neden? Bu soru Türkiye’de her geçen gün daha az soruluyor, ama cevabı verilmedikçe toplum olarak aynı kısır döngüde savrulmaya devam edeceğiz: Şimdiki zamandan kaçış, geçmişin yeniden yazımı ve geleceğin ideolojik fantazisi… Bitmek bilmez fasit bir daireye hepimizi hapsetmiş durumda.
Hoffer, belki de bu yüzden zamanının çok ötesinde bir düşünür. Çünkü onun derdi siyaset değil sadece. Buradaki asıl mesele insanın kendi içinden kaçışı ve bu kaçışın nelere mal olduğu üzerinedir hep. Ve belki de bugün en çok bu yüzden okunmalı.