Böyle zamanlarda Cumhurbaşkanı Gül’ü daha fazla çıkartmak lazım ekranlara. Hani şu meşhur “elektrik alma-verme” meselesi var ya, o nedenle. Zamane neslinin deyimiyle pozitif elektrik veren, benim ifademle “huzur veren” bir Cumhurbaşkanımız var neticede. Misal geçenlerde televizyondaydı kendisi. Onu izlerken memlekette kötü bir şey olduğuna, olabileceğine zinhar kimse beni ikna edemez. Ortada kötü bir şeyler olsa herhalde Cumhurbaşkanımız, bize veletlik senelerimizde “Uykudan önce” konuşması yapan Adile Naşit misali tatlı dil ve sükunetle konuşmaz, bir tepki filan verir değil mi?Fakat o da ne? Aynı ekran bize Deniz Baykal’ın kafayı yeniden çıkarttığını, Ankara siyaset alemlerinde akmaya başladığını, üstelik Cemil Çiçek ile buluştuğunu bildiriyor. Deniz Baykal ve Cemil Çiçek… Bu iki isim bir araya gelince Cumhurbaşkanımızın verdiği bütün huzur anında sıfırlandığı gibi üstüne bir de bin kaplan gücünde tedirgin oluyor bünye.Oysa tam da Cumhurbaşkanı ile aynı müreffeh rüyada buluşmuştuk. Kendileri diyordu ki, “Belki Türk halkı sonunda Norveç gibi olmayı tercih edecektir…” Cümleyi duyunca gayrı ihtiyarı saate bakmışım. Eğer içki yasakları başlamadıysa en yakın nöbetçi Tekel bayiinden bir şeyler alıp kutlama moduna geçmek için… Öyle bir tercih şansımız var mıydı harbiden? Türkiye Norveç olacak mıydı? Süremiz başlamış mıydı? En çabuk ne zaman Norveç olabilirdik? Cümlenin başındaki o “belki” de neyin nesiydi?İlk panik atağımı atlatınca, Cumhurbaşkanının istifini hiç bozmadan devam ettiği konuşmadan idrak ettim ki; Norveç misali mutlu, müreffeh olabilmemiz için bize bir adet demokratik hukuk devleti gerekiyordu. Geldik mi yine başladığımız yere…Peki, Norveç olmanın altın formülü olan bu hukuk devleti nedir acaba? Bendeniz hukuk tahsilime başladığımda, birinci sınıfta Hukuk Başlangıcı diye bir ders vardı. Bu “hukuk devleti” adlı arkadaş o ders kitabında başroldeydi. O kitapta dön dolaş hep şöyle denirdi: “Bağımsız yargı, demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından biridir. Yargı bağımsızlığının sağlanması ise iki ilkeyle doğrudan bağlantılıdır. İlki hukuk devleti, ikincisi kuvvetler ayrılığı ilkesi. Hukuk devleti, toplumdaki en önemli güç olan siyasi iktidarın gücünün kötüye kullanılmasını engeller. Yani yargı, yasama ve yürütmenin haksız eylemlerine karşı temel hak ve özgürlüklerin koruyucusudur. Kuvvetler ayrılığı ise yargının, yasam ve yürütmeden bağımsız olmasıdır. Çünkü ancak bağımsız olan bir yargı, diğer organların yasalara ve anayasaya uygun hareket edip etmediğini tespit edebilir.”İşte Türkiye’nin Norveç olma formülü de bu. Herkesin pek güzel ezber ettiği ama Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana henüz uygulandığına tanık olamadığımız cümleler…Şimdi buradan tıpkı Cumhurbaşkanımız misali istifimizi ve verdiğimiz pozitif elektriği hiç bozmadan bugüne geliyoruz. Vaziyet açık. Ortada bir iktidar savaşı var. Milletin iradesini temsil eden yani meşru iktidar, yargı(nın bir kısmı) vasıtasıyla tehdit ediliyor. Adı “paralel devlet” olarak konan bir yapı tarafından. Daha açık konuşursak “paralel devlet” denen şey “bürokratik vesayet”e tekabül ediyor. Ve meşru iktidar onunla mücadele ediyor. Ama bu mücadele esnasında öyle şeyler yapılıyor ki, “bürokratik vesayet”i bitirmek adına zaten eser miktarda olan hukuk devleti de tamamen bitirilme tehlikesi yaşıyor (Üstelik bunu sadece iktidar yapmıyor, Barolar Birliği misali bir örgüt bile fırsat bu fırsattır deyip öyle öneriler yapıyor ki Ergenekon, Balyoz gibi davaların sanıklarını kurtarmak adına, başlı başına bir yazı konusu).Peki bu durumda ne yapmalıyız?Sofi’nin seçimi kıvamındaki soru bu işte. O “bürokratik vesayet”ten kurtulmak adına, bir müddet “hukuk devleti”, “kuvvetler ayrılığı”, “yargı bağımsızlığı” filan demeyip, Montesquieu yerine Machiavelli ile mi takılalım? Amaca ulaşana kadar her yol mubah, sonra bakarız yeniden hukuk devletine mi diyelim?Peki böyle dersek, yargının bir bölümünü ele geçirdiği belli olan o vesayetçi yapıyı tasfiye etmek isterken hâlâ yasalara ve vicdanına göre hüküm veren yargının, hâkim ve savcıların da üstünü bir kalemde çizmiş olmayacak mıyız?Hukuk devleti bir kere tamamen tasfiye edilip, siyasi iktidarın gücü artık denetlenemez hale geldikten ve memleketin aydın, yazar, çizer takımı da buna icazet verdikten sonra buradan geri dönüş olur mu?Siyasi iktidar kendisine yapılan bu operasyonu bitirdiğinde, “Geçici bir süre ara verdiğimiz hukuk devletinin yayınına kaldığımız yerden devam ediyoruz” der mi?O kadar hüsnüniyetli bile olsa, yargı bağımsızlığı “bağımsız olunacak” dendiğinde olabilen bir şey midir?Ya da hukuk devleti adlı arkadaş, gel deyince gelen git deyince giden bir eleman mıdır?Kendisini üniversite birinci sınıftan bu yana ve Norveç’ten tanıdığım kadarıyla maalesef bu soruların cevabı kocaman bir “hayır”dır.
Kimdir bu “hukuk devleti” adlı arkadaş?
- Advertisment -
Sonraki İçerik