Kırık kalpleri yüz metreden tanırız. İçlerindeki “neden”, “niçin”, “ama” yankıları yüzlerine uzaktan bakılınca bile anlaşılır. Dengesiz yürüyüşlerinden dolayı diğerleriyle aynı ritmi tutturamazlar. Herkes onların bu “zayıflıklar”ını seziyor ve ona göre davranıyor gibi bir geri çekilme halindedirler.
Hayatı boyunca hiçbir risk almamış, dolayısıyla gerçek manada hiç kırılmamış olanlardaki öz güvenden eser yoktur onlarda. Tam tersine, sürekli kendilerine ve başkalarına kısık bir sesle sorular sormaktadırlar. Aynı soruları evirip çevirip düşünürler, artık her seferinde aynı “hakiki” olması çok muhtemel cevabı alsalar bile şüphelenmeye ve hakikatin başka türlü bir şey olabileceği hakkındaki o küçücük ihtimali içlerinde yaşatmaya devam ederler. Çünkü aslında hakikatin artık çözdükleri şekilde olmasından dolayı kırılmaktadırlar, saf bir çocuk gibi diğer küçük ihtimalin bir an için gerçek olmasını isterler. Gerçekten ilkel ve ilkesiz, çocukça bir zihin yapıları vardır. Büyümedikleri, büyümeyi bütün kalpleriyle isteyip bunun için çabalamadıkları, o saf çocuğun avutmalarına kulak asmamayı öğrenmedikleri sürece kırıklıklarının azalması mümkün değildir.
Geçen hafta kırık bir kalple tanıştım. Bir gün öğleden sonra, uzun bir tesadüfler silsilesi neticesinde, evin kapısını açtığımda, önce merdivenlerden yukarıya nefessiz çıkmakta olan bir şey fark ettim. Sonra içeriye canhıraş, sanki girmezse ölecekmiş gibi bir kararlılıkla, bir kedi girdi. Boynundaki pembe tasma ve minicik süslü çanından “sahipli” olduğu belliydi. Üstelik karnından sırtına doğru tüyleri kazınmış bir bölgede yeni bir operasyonun dikişleri vardı ve sol kulağı “kesik”ti.
“Apartmandan birinin kedisidir” diye düşündüm. Kucağıma alıp, kedi beslemesi ihtimali olan tüm komşuları gezdim. Hiçbirinin değildi. Sonra, mahallenin bütün kedilerini ve köpeklerini besleyen ve buraların kedi, köpek ve hatta karga popülasyonunun her bireyini iyi tanıyan bir komşum, bu kediyi birkaç akşamdan beri bizim apartmanın çevresinde ne yapacağını bilmez vaziyette dolaşırken gördüğünü, çok üzüldüğünü ama yakında seyahate çıkacağı için evine alma imkanının olmadığını anlattı.
Çaresiz, kediyle ben bizim eve geri döndük. Buzdolabından çıkardığım pişmiş hindileri çok büyük miktarda ve büyük bir iştahla, hiç doyamadan yedi. Üstüne komşumun getirdiği ciğerleri, panik içinde tüketti. Böyle, neredeyse yarım saat süresince yedikten sonra biraz sakinleyebildi ve bu sefer ne kadar canayakın olduğunu anlatma derdine düştü.
Kucağıma gelip oturup gözlerini gözlerime dikip, bir şeyler anlatmalar, incecik mırıldanmalar, sarılmalar… Sonra benim de ona karşı “boş” olmadığımı anlayabildi ve kendisini emniyette hissetti sanıyorum ve üç saat, bu defa, bir kaplana yakışacak sesler çıkararak (açıkça horlayarak) ve bir patisiyle beni elinin altında tutmayı ihmal etmeden uyudu. Bu uzun öğle uykusu sırasında ben de sahiplerini bulmak için epeyce çaba sarf ettim, hayatımın en derin “stalklama” işini yaptım. Sonunda kim olduklarını da tespit edebildim, çeşitli mecralardan notlar, mesajlar gönderdim. Ama ne o saatlerde ne de daha sonraki günlerde herhangi bir cevap alabildim.
Gerçek bir kırık kalple karşı karşıya olduğumu anladım. Dışarıda geçirdiği birkaç geceyi çok zor yaşamış besbelli. 8-9 aylık, üstelik vücudunda hâlâ dikişler olan bir ev kedisinin, kendisini bir anda sokakta bulması ne kadar zor olabilirse, o kadar zorlanmış işte.
Sarı desek sarı değil, kara desek kara değil, arada kahverengiler de var, tekire benziyor ama renkleri tekirlerinkinden değil, çok acayip bir tip. İnternetten araştırıp bakınca, “tortoise shell -kaplumbağa kabuğu” kedisi olduğunu öğrendim. Cinsinden dolayı değil de, tüylerinin bu acayip renk kombinasyonundan dolayı böyle adlandırılıyorlarmış. Her cinste “kaplumbağa kabuğu” tüylü kediler olabilirmiş ve hemen hemen tamamı dişi olurmuş. Ülkemizde kedi severlerin bile, pek “güzel sayılmayan” bu türü, sahiplenmeye gönüllü olmadığını da okudum. Ama ABD’de çok uğurlu sayıldığını, geldiği eve mutluluk ve para getireceğine inanıldığını da öğrendim. Bu mevzuları Amerikalılardan daha iyi bilecek değiliz herhalde, hemen bu fikri benimsedim.
Bir kedi/köpek sahiplenmek isteyenler, belki de doğal olarak gidip en güzellerini seçerler. Ama mesela “karne hediyesi” güzel kedilerin ve köpeklerin, güzellikleri, o pembe burunları, o parlak uzun tüyleri, o bakışları bile yetmez. “Çocuklarımız” arada geçen birkaç ayda hiçbir şey yapmadan “sorumluluk” almayı öğrenmiştir artık, annelere fazla iş çıkmaktadır, babaların zaten umurunda değildir, yani ailecek “heves” giderilmiştir. Yaz sonlarında ev kedilerinin, ev köpeklerinin terk edilmesinde sakınca bulunmamaktadır, sezonluk sahiplenmeler ya da ilişmeler… Üstelik, örneğin, çok sayıda kedi-köpek severin yaşadığı düşünülen bir yer gibi, en uygun yer bulunarak oraya bırakılmış ve “onun için daha iyi” olması da sağlanmıştır. “Vicdan” meselesine zaten fazla takılmaya gerek yok. “Çok sevmiştik”den başlayıp “Bize de çok zor olacaktı zaten”e doğru hızla evrilen kriterler, vicdani her şeyi bir kalemde siler süpürür.
Çok sevdiğim bir arkadaşımın çok güzel ve yine terk edilmiş olmaktan dolayı bir kırık kalp hikayesi olan köpeğinin adı “Kırık” olmasaydı, belki de en uygun isim buydu. Fakat hem ismi kaderi olmasın diye hem de “taklitçi” olmayalım diye hemen tumturaklı bir İspanyolca isim verdik kalbi kırık kedimize. Kısa bir sürede evin en mühim şahsiyeti oldu. Aradan geçen dört beş günde kırıklıkların hızla kaynamaya başladığı da anlaşılıyor.
Terk edilmiş hayvanlarda bu tip kalp kırılmalarının, o ana kadar bağlandıkları ve muhtemelen sevdikleri kişilerden ayrılmalarının yanısıra “hayatta kalmak” gibi sağlam bir dehşet ile derinleştiği aşikâr. İnsanlarda bir yakının kaybı veya ayrılıkların, bazı uç durumlarda fiziksel olarak da hayat memat meselesine dönüştüğünü ise yeni öğrendim. Yani “kırık kalp” sadece mecazi bir ifade değil, fiziksel olgularla da kendini gösterebilen bir durummuş.
Kaybın yaşattığı duygularla beyin ve kalp arasında bu duruma özgü, biraz da gizemli bir etkileşim oluşuyormuş. Kalp kasları zayıf düşerken, kalp, kırık gibi değil ama “donuk” gibi bir tepki verip kan pompalamakta zorlanıyormuş. Bunun sonucunda dolaşım zayıflıyormuş ve çok çok nadiren de olsa, kırık kalp ölüme sebep olabiliyormuş. Neyse ki, çoğunlukla, 14 gün içinde ruhsal kırıklıktan bağımsız olarak, kalp fonksiyonları normale dönüyormuş ve hiçbir iz kalmıyormuş.
Bütün bunların üzerine, yıllar önce Zagrep’te açılmış olan “Kırık Kalpler Müzesi” hakkında okuduğum haberleri hatırladım. Herhangi bir nedenle “artık birlikte olmayan” sevgililerden geriye kalan objelerin sergilendiği ve kısaca bu birlikteliklerin hikayelerinin kayda alındığı bir müze fikri, okuduğum zaman da çok hoşuma gitmişti. Bir obje üzerinden bir kırık kalp hikayesini anlamaya çalışmak bir çoğumuz açısından çok dokunaklı olabilir. (Bu müze ülkemizde de açılsa, mutlaka tasmalar, su kapları, yarısı bitirilmiş mama paketleri de sergilenmelidir!) Orhan Pamuk’un romanını yazdıktan sonra kurduğu ve benzer bir şekilde ama bu sefer tek bir kurgusal sevgiliye ve onun eşyalarına odaklanan Masumiyet Müzesini de, kitabı gibi saplantılı, gerçekçi ve sevimli bulmuştum.
Kırık kalplere ucundan bucağından çare olmaya çalışmak tabii ki, insana iyi gelen bir şey. Diğer yandan, kısa vadede ruhumuzu teslim etmezsek eğer (!), biraz orta vadeli düşününce, kırık kalp de hiç fena bir şey değil. Bir kere cesaretinizi ve yaşama kabiliyetinizi gösterir. Ayrıca, yüzleşme/öğrenme kabiliyeti olan biriyseniz, Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisinde yukarıya doğru bir adım atmanızı sağlayabilir. Bu aşamaya kalbi hiç kırılmayanlar ya da düşer düşmez kalkıp hiçbir şey yokmuş gibi devam edebilenler hiçbir zaman ulaşamayacaklardır. Zaten sorarsak öyle bir amaçları da yoktur. “Sanal bir hiyerarşik tablo sonuçta, rahatsız olmaya gerek yok.” Her şey birbirini teyit eder bu döngüde. Herkes başka bir parkurdadır. Bu farklılıklar, yani, üzüntüye ve endişeye nasıl tepki verdiğimiz, hangi parkurda koştuğumuzu, kim olduğumuzu, nasıl bir insan olduğumuzu anlatır.