Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumuna gitme kararı tepki toplamış. Gazeteler öyle söylüyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan kararı “üzücü”, Başbakan Binali Yıldırım ise “sorumsuz” olarak tanımladı ve her ikisi de Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olduklarını ifade ettiler.
Buradan başlayalım:
Her şeyden önce, Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmak üstümüze vazife midir?
“Bütün Iraklıların bir arada, bir devlet olarak yaşamasını istiyoruz” diyor Yıldırım.
İstemek meşru tabii. Ama istemekle olmuyor. Boşanma aşamasına gelmiş çiftleri zorla barıştırmaya çalışanların anlamadığı da budur aslında. Karakolda “barıştırıp” eve gönderip trajediye davetiye çıkaran polisler gibi, dışarıdan bakıp “birbirinizi sevin” diyenler de böyle bir kararın arkaplanını gereği gibi değerlendiremiyorlar. Ayrılma şeklinde somutlaşan o kararın, uzun bir zaman diliminin, iz bırakan bir dizi hadisenin, genellikle acılı bir tarihin ve onunla gelen bir tecrübi birikimin bileşkesi olduğunu anlamıyorlar.
Elbette mesele Irak’ın toprak bütünlüğü değil; en azından ondan ibaret değil. Başbakan Yıldırım’ın önemsediği de aslında Türkiye’nin toprak bütünlüğü. Muhtemelen bağımsız bir Kürdistan’ın Türkiye’nin toprak bütünlüğüne tehdit oluşturabileceğinden kaygılanıyor.
O halde biz de bunu konuşalım.
Sahiden kaygılanmamız gerekir mi?
Türkiye’nin öteden beridir sınırlarının öteki tarafında bir Kürt devletine karşı çıkma politikası, gerçekten onun toprak bütünlüğüne hizmet ediyor mu? Her zaman aynı amaca hizmet eden böyle sabit bir politika var mıdır? Bu politika özellikle de bugün bu amaca hizmet ediyor mu?
Aslında cumhuriyet tarihi boyunca doğruluğu tartışılmadan kabullenilmiş bir devlet politikası bu. Ama bir politikanın uzunca bir süre izlenmiş olması, onun doğruluğunu garanti etmiyor. Tersine, bazen sadece yanlışta ısrar anlamına geliyor. Tıpkı yakın zamanlara kadar sorgulanmadan izlenen, dar görüşlü bürokratların temsil ettiği “devlet” tarafından kırmızı kitaplara yazılan diğerleri gibi.
Dışarıda “Türkiye’nin Kıbrıs politikası”, içeride ise başörtüsü yasağı da böyle değil miydi? AK Parti Hükümetinin en isabetli icraatları, devlet politikası haline gelmiş olan ve süreklilik arz eden bu hataları cesaretle sona erdirmesi değil miydi? Ne oldu Kıbrıs politikası değişince? “Kıbrıs’ı satıyorsunuz” diyenler haksız çıkmadı mı? O konuda yazılan kitaplar, daha mürekkebi kurumadan yanlışlanmadı mı? Kıbrıs’ın satılmadığı ama Türkiye’nin üzerindeki ağır siyasi basıncın kalktığı bir durum ortaya çıkmadı mı? Hani başörtüsü serbest bırakılınca bütün kadınlar başını örtmek zorunda kalacaktı? Bugün kuşaklar boyunca milyonlarca kadına yaşatılan mağduriyetin ne kadar haksız ve zalimce olduğu tartışılmıyor. Artık bunu bir devlet politikası olarak savunan ciddiye alınır kimse de yok.
Başka ülkelerin toprak bütünlüğü üzerinden Türkiye’nin toprak bütünlüğünü korumaya çalışmanın ahlaki ve mantıki bir zemini yok. Aksine, Türkiye’nin kendisini bu çizgiyle bağlaması onun hareket alanını daraltıyor; içte ve dışta bir dizi sorunu da beraberinde getiriyor.
Uzunca süren yanlış politikaların terk edilmesiyle, “sahi biz bunları yaşamak zorunda mıydık?” dediğimiz birçok ayak bağından kurtulduk. Bağımsız bir Kürt devletine karşı çıkmak da bunlardan biri aslında. Sorgulanmaksızın geçerli kabul edilen, kerameti kendinden menkul, eski bir politika.
Ve kerametini tam da sorgulanmamasından alıyor.
(Not: Yarınki yazımı bu politikanın ahlaki, mantıki ve pratik bakımlardan nasıl sorgulanabileceğine ayırdım.)