Son yıllarda muhalif siyasi söylemin merkezine demokrasi sorununun yerleştiğini görüyoruz. Yargı uygulamalarından basın özgürlüğüne; keyfilik iddialarından başkanlık tartışmalarına kadar genişleyen başlıklar üzerinden iktidarın otoriterleştiğine ilişkin çok sert, suçlayıcı bir dil egemen. Bazı tekil olaylar karşısında inandırıcılık da kazanan bu kampanya, esasında siyasi aktörlerin ne yapmak istediklerini örten bir nitelik taşıyor. Kimi otoriter savrulmalar karşısında demokratik hakların savunulmasına dönük meşru tepkileri çok aşan bir stratejiye maruz kalıyoruz. Evet bu bir strateji. Demokrasi vaadi olarak etiketlenen bir tasfiye projesiyle karşı karşıyayız. Bize, AKP'nin sistematik olarak, haklarımızı, can güvenliğimizi, huzurumuzu tehdit eden baskıcı bir rejim inşa etmekte olduğu anlatılıyor. Türkiye'nin demokratikleşmesi yolunda AKP'nin bir bileşen değil, tasfiyesi gereken bir engel olduğu söyleniyor. AKP'nin iktidardan uzaklaştırıldığı bir Türkiye'de demokrasinin önünün açılacağı savunuluyor.
Aslında neresinden baksanız son derece kof bir söylem bu. Bir yandan (Ahmet Hakan olayı ya da katliamlar gibi) son derece karanlık provokatif olaylar, öte yandan (Gazeteye saldırı, HDP broşürünün toplatılması, Tahir Elçi'nin soruşturmaya uğraması, iktidar medyasının köşelerinden tehditler savrulması gibi) gerçekten otoriter girişimler, bu söylemin malzemesini oluşturuyor. Fakat bu strateji gerçek gücünü kültürel kimliklerden kaynaklanan AKP nefretinden alıyor. Çünkü bu nefret, muhalif aktörlerin demokrasiyle olan ilişkisini sorgulamayı neredeyse imkansızlaştırıyor. Örneğin MHP bile Cemaat şirketlerine yapılan bir operasyon karşısında basın özgürlüğü ve demokratik haklar üzerine söz alabiliyor ve “demokrat kürsüsüne” talip olabiliyor. Bizim, MHP'li fakat AKP'siz bir iktidar eliyle demokrasiye doğru yol alabileceğimize inanmamızı bekleyebiliyor.
Nefretin sorgulamasızlığından, kimlik konforundan en çok yararlananların başında ise CHP geliyor. Kılıçdaroğlu bütün bilinen malzemeler üzerinden AKP'yi otoriterleşmekle suçlayarak Türkiye'de demokrasiyi kendilerinin inşa edeceğini ilan edebiliyor.
Kürt sorununa ilişkin tabuları kıran, resmi inkar ve asimilasyon politikalarını değiştiren, çözüm sürecini başlatan AKP yerine, her sözü hakim ulus üzerine tekçilik savunusuna dayanan Türkçü MHP ile koalisyonu tercih edeceğini açıklayan bir partiden söz ediyoruz.
Oslo tutanakları üzerinden AKP'yi sıkıştırmaktan yarar uman; MHP'nin apaçık tavrı ortadayken Kürt sorununun çözümü için katılımı ve onayını şart koşarak onun arkasına sığınmayı kurnazlık sayan; anadilde eğitim, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi temel reformlar üzerine konuşamayan; Anayasada vatandaşlık tanımı için “Türk vatandaşlığı” kavramından vaz geçemeyen; Kürtlere dair en “ileri vaadi”, çoktan aşılmış olan seçim barajının kaldırılmasından öteye gidemeyen bir siyasetçi, gözümüzün içine baka baka Kürt sorununu çözebilecek tek partinin CHP olduğunu söyleyebiliyor.
Sorun sadece Kürtler de değil…
Sızmacı yöntemlerle bürokrasinin en temel katlarını denetimi altına almış, milyonlarca insanın oyuyla seçilerek gelmiş bir hükümeti devirmeye kalkışmış, Türkiye'nin siyasi yönünü belirleme iddiası taşıyan konspiratif bir örgüte karşı; tutum alamayan, ağzını açıp tek söz söylemeyen; tersine onunla el ele iktidarı tasfiye kampanyası yürüten bir parti CHP.
Cemaat demokratik bir aktör müdür? Küresel ayaklarıyla birlikte, siyaset üzerinde son derece etkili olabilen; demokratik denetim mekanizmalarına tamamen kapalı; bütün illegal istihbarat yöntemlerini kullanarak, önünde engel gördüğü güçleri şantaj, tehdit, imha mekanizmalarıyla etkisizleştirebilen bu yapının olası bir CHP- MHP iktidarında konumu ne olacaktır? AKP'nin iktidardan tasfiye edildiği bir Türkiye'de hangi güçlerin inisiyatifi artacaktır? Bu sorulara verilecek cevaplarla “demokrasi beklentisi” uyuşmakta mıdır?
Özetle; yalnızca Kürt sorunu ve Cemaat tehdidi üzerinden yapılacak bir siyasi sorgulama bile bugün kendisini demokrasinin taşıyıcısı; AKP'yi ise ototriter bir tehlike olarak sunan söylemin kofluğunu göstermeye fazlasıyla yeter…
Bunlar ortalama bir siyaset takipçisinin kolaylıkla okuyabileceği gerçekler.
Fakat dönüp dolaşıp aynı gerçeğe tosluyoruz işte…
Sorun siyasi gerçekleri anlamak isteyip de aldanma, yanılma değil. Sorun “demokrasi” hiç değil.
Bunlar işin “söylem” kısmı.
Asıl mesele kimlikler üzerinden inşa edilen karşıtlık… Derin ve aşılamaz duygular…
Bu duygular gücünü korudukça, söylem ve gerçekler arasındaki uçurum sürecek ve biz samimiyetsiz bir tiyatro sahnesinin oyuncuları olmaya devam edeceğiz…