Osmanlı’nın yıkılışı hâlâ bir hayalet gibi üzerimizde. O süreçteki hatalar ve günahların yükü çok fazla. Bu nedenle gerçeklikle ilgisi olmayan ve sıkı sıkıya sarıldığımız bir tarih anlatımımız var. Buna göre Batı 1. Dünya Harbi ile ‘bizi’ parçalamaya, ortadan kaldırmaya çalışmış… Ermeniler Rusya tarafında savaştığı için tehcir edilmiş… Ya da Kurtuluş Savaşı ‘yedi düvele’ karşı verilmiş… Bu kendi psikolojik ihtiyacımız için uydurmuş olduğumuz ve son yüz yılda bizi gerçeklikten kopartan, hastalandıran bir söylem.
Gerçek 1. Dünya Savaşı’na Osmanlı’nın kendi isteğiyle ve toprak genişletmek amacıyla girdiği, Anadolu Ermenilerinden Rusya tarafına geçmiş kişi sayısının sadece iki bin olduğu, Kurtuluş Savaşı’nın da aslında bir Türk-Yunan savaşı olduğudur.
Soru böyle bir sahte tarih anlatısına niçin ihtiyaç duyduğumuz, niçin kendimizi sürekli olarak mağdur göstermek istediğimizdir. Bunun bir nedeni geçmişin üstünü kapatma, söz konusu hata ve günahlarla yüzleşmeme arzusu. Tarihin ‘sandık odasının’ kapısını kapayıp hiç bir şey olmamış gibi hayatımıza kendimizi pohpohlayarak devam etmek istiyoruz. Ama bunu da becermek zor çünkü söylenmeyeni iç dünyamızda biliyor, biribirimize fısıldıyor ve özgüvenimizi kendi elimizle tırpanlıyoruz.
Bunca yıl Kemalizme razı gelmenin nedeni de muhtemelen bu özgüven eksikliğiydi. Hiç olmazsa bir devletimiz vardı… Üstelik ‘emperyalizme’ karşı direndiğini söyleyerek kendimizi avuttuğumuz bir devlet. Sonrasında askerî vesayete de itiraz etmedik. Aza, kalitesizliğe, düzeysizliğe razı olduk. Bugünün açığını da geçmişin gerçek dışı tarihi ile kapatmaya çalıştık.
Niye böyle davrandığımızı en iyi anlatan tespitlerden birini yıllar önce İlkay Sunar yapmış, Ordunun korkularımızın cisimleşmiş hali olduğunu söylemişti. Bu korkuların bir bölümü bizzat kendi tarih anlatımızın ürettiği Batı öcüsü karşısındaki güçsüzlüğümüzün ama daha önemlisi niteliksel yetersizliğimizin farkında olmamızdan kaynaklanıyor. Diğer bölümü ise kendimizle yüzleşmekten, gerçeklere yalın bir gözle bakmaktan kaçınmamızdan, şişirilmiş bir kimliğin altında özgüvenini yitirmiş bir toplum olmamızdan.
Bugün yaşananlar üzerimizdeki bu kalın örtünün kalkması ile de ilgili. Kendimizi bir anda ‘çıplak’ ve çaresiz bulma tehlikesi ile karşı karşıyayız. Ama aynı anda dünyaya entegre olmaya, evrensel denen normları benimsemeye doğru hızla gidiyoruz. Bu çarpıcı ikilemin aşılması ayaklarımızın üzerinde durmayı, iyisi ve kötüsüyle geçmiş ve geleceği birlikte göğüslemeyi gerektiriyor.
AKP’nin niçin bütün seçimleri kazandığını anlamayanlar biraz da meseleye bu noktadan bakmalılar. Çünkü bu hareket de İslami muhafazakâr kitlenin hayallerinin ve haysiyetlerinin cisimleşmiş hali. Üstelik bu misyonu taşırken dindarlığın geçişkenliğini artıran, böylece kimlikler arası duvarları zayıflatan bir çizgi izledi. Çoğulculaşma üzerinden tarihe sahip çıkarken yeni bir özgüven inşasını somutlaştırıp korkulara mesafe alınmasını sağladı. Türkiye AKP üzerinden yeniden gerçekle buluşuyor ve belki de toplum artık kendini kandırmak istemiyor…