[15 Şubat 2014] Bugün ve gelecek sefere (belki hafta başında), bitişik nesillerin siyasal sinemasının unutulmazlarından saydığım iki filmden, şimdiki konjonktürde yeniden düşündürdükleriyle söz edeceğim. İlki La Guerre est Finie (1966). Diğeri Michael Collins (1996). Meğer aralarında tam otuz yıl varmış; daha önce fark etmemişim. İlginç olan şu ki, ister Marksist, ister ulusal kurtuluşçu devrimciliğin (şiddetçiliğin, iç savaşçılığın) çok ciddî bazı sorunlarına dikkat çekmelerine karşın, ikisi de ülkemizde doğru dürüst tartışılmadı. Hattâ galiba hemen hiç tartışılmadı. Birincisindeki, eski İspanya Komünist Partisi’ne, daha genel olarak “Uluslararası Komünist Hareket”e yönelik (ve 1970’lerin Avrokomünizm arayışını hazırlayan) eleştiriler, tam da, dünya çapında iyice çağdışı kalmakta olan bir Komintern Marksizminin Türkiye’deki gecikmeli, zamanını şaşırmış yükselişine denk geldi. İkincisinde ise, Sovyetler Birliği çökmüş, klasik örgütler ve dolayısıyla olası tartışma forumları kalmamış; öte yandan, önce PKK’nın yükselişi o dağınık sol kesimlerin büyük kısmında ersatz bir silâhlı mücadele hayranlığıyla karşılanmış, ardından derin devlet, Çiller-Güreş ikilisinin kirli savaşıyla karşı-taarruza geçmiş, böylece kimsenin barıştan (ve barışın sorunlarından) söz etmediği, hattâ bunu düşünemediği ve daha uzun süre de düşünemeyeceği bir dehşet tırmanışı doğmuştu.Özetle, bu iki başyapıt çıktıkları yıllarda anakronik kaldı. Daha doğrusu, getirdikleri olağanüstü sezgi ve içgörüler karşısında, Türkiye realitesi anakronik; Türklerin (solcuları dahil) yakın zamanda değindiğim o “kayış gibi sert” (Hırçınlıklarımıza dair, 28 Ocak), küt ve sığ ruh halleri de duyarsız ve umursamaz kaldı.
“The War is Over. Savaş Bitti.
“Böyle bir film vardı, Alain Resnais’nin 1966’da çevirdiği. Başrolde Yves Montand oynuyordu. Senaryosunu, kendisi de eski bir komünist olan Jorge Semprun yazmıştı. Biraz otobiyografik izler taşıyordu. Semprun Franco rejimi altında, 1953-1962 arasında kelle koltukta bir illegal örgüt yaşantısı sürdürmüş; İspanya Komünist Partisi’nin hayal âleminde yaşamasını eleştirdiği için “oportünizm”le suçlanarak 1964’te partiden atılmıştı. İki yıl sonraki filminin odağında, 1939’da Fransa’ya sığınmış, otuz yıldır sürgünde yaşayan… ve bir türlü İç Savaşın bittiğine; iyi ya da kötü, yeni bir İspanya’nın doğduğuna; genç nesillerin onları hiç tanımadığına, La Pasionaria’yı ve Los quatros generales’i bilmediğine, İspanya Cumhuriyeti’nin “tarihsel haklılığı”ndan haberi olmadığına inanmayan bir KP karargâhı vardı.
“Filmde Yves Montand sahte kimliklerle Fransa’dan İspanya’ya girip çıkıyor, parti merkezine rapor veriyordu. Yeni gerçekleri anlatmaya çalışması, güreş ensesi yapmış bir Picasso’yu andıran lider aparatçik tarafından l’opportunisme pure et simple (saf, yüzde yüz oportünizm) sözcükleriyle karşılanmaktaydı.”
2011 sonlarında bunları, çok sürmeyen bir sosyalizm tartışması bağlamında hatırlamış ve hatırlatmışım. O bağlamda, filmin başlığını 1848-1990 arasının sosyalizm-kapitalizm savaşına uygulamışım. Devamında, “bu sefer çok daha büyük bir savaşın bitmiş olduğunu” söylemişim. Lâfım, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından yirmi küsur yıl sonra hâlâ hiçbir şey olmamış gibi davranıp konuşan, sosyalizmin çökmediğine inananlara(ymış). Tarihsel olarak yaşanan ve insanlığın tanıdığı sosyalizmin, artık kapitalizmin bilinen haksızlıklarından geçerlilik ve meşruiyet çıkarsayamayacağını, çünkü gelinen noktada başka bir büyük tecrübeyle sınanması gerektiğini ve nitekim sınandığını, kapitalizmin alternatifiyim ve çok daha iyisini yaparım derken çok daha kötüsünü yapmış olduğunu, dolayısıyla kendi başarısızlıkları, hattâ felâketi tarafından geçersiz ve gayrimeşru kılındığını, nostaljik bir “özlem ve niyet sosyalistliği”ne, umutsuzca da olsa bir kere daha anlatmaya çalışmışım.

