[10.5.2019] Sessizlik ve yalnızlığa sığındığım anlarda, bazı müzikler geçiyor aklımdan. Belki bazı mısralar. Ya da geçmişte okuduğum bazı kitaplar. Örneğin Alan Paton, Cry, the Beloved Country (1948) ve Tony Judt, Ill Fares the Land (2010). Türkçe çevirileri de mevcut. İlki Ağla Sevgili Yurdum (çev. Mehmet Harmancı, Bilgi, 2003). Diğeri Kötülük Kol Gezerken (çev. Dilek Şendil, Yapı Kredi, 2012). “Memleketin Hali Kötü” başlığını tercih ederdim sanırım.
Öyle veya böyle, ikisi de günlerdir çınlıyor kulaklarımda. Evet, Cry, the Beloved Country. Ağla Sevgili Yurdum. Evet, Ill Fares the Land. Kötülük Kol Gezerken. Memleketin Hali Kötü. Bu kadarı yeter bile. Ama bir de ayrıntılı içerikleri var. Yarayı büsbütün kanatıyor.
Tony Judt’ı geçmişte çok yazdım. Hobsbawm’ı da geçti; Mark Mazower’la birlikte, en sevdiğim iki 20. yüzyıl tarihçisinden biri oldu. Neredeyse yaşıtmışız da. Buluşup tanışmak, ikimizin de geldiğimiz noktadaki dünya görüşlerimizi ve tarihe (örneğin sosyalizm ve demokrasi tarihine) bakışımızı tartışmak ne güzel olurdu. Heyhat! Amyotrofik lateral skleroza yakalandı ve 2010’da hayata veda etti. Henüz 62 yaşındaydı.
Dolayısıyla Ill Fares the Land, aslında son kitaplarından. Başlığını, New York Review of Books için son yazdığı (daha doğrusu dikte ettiği) 29 Nisan 2010 tarihli bir makaleden alıyor. İlk beş paragrafını (kendi çevirimle) aktarıyorum.
* * *
“Bugünkü yaşam tarzımızda son derece yanlış bir şeyler var. Otuz yıldır maddî çıkar peşinde koşmayı bir erdeme dönüştürdük; öyle ki, toplumsal amaç duygumuzdan geriye, bu hırstan başka bir şey kalmadı. Nesnelerin fiyatını biliyoruz ama değerinden tamamen habersiziz. Herhangi bir yasa veya mahkeme kararı hakkında: İyi mi? Doğru mu? Adil mi? Hakkaniyetli mi? Bizi daha iyi bir topluma, daha iyi bir dünyaya götürecek mi? diye sormuyoruz artık. Bunlar bir dönemin en canalıcı siyasî sorularıydı, cevaplarını bulmak kolay olmasa da. Şimdi böyle sorular sormayı tekrar öğrenmek zorundayız.
“Çağdaş yaşamın bencil ve maddiyatçı karakteri, insanlık haline mündemiç değil. Bugün ‘doğal’ gözüken pek çok şey 1980’lerden kalma: servet birikimi takıntısı, özelleştirme ve özel sektör fetişizmi, zenginler ve yoksullar arasında açılan uçurum. Ve hepsinin üzerinde, bunlara eşlik eden söylem: kısıtsız piyasalara eleştirisiz hayranlık, kamu sektörünün küçümsenmesi, sınırsız büyüme yanılsaması.
“Böyle yaşamaya devam edemeyiz. 2008’deki küçük kriz, hiçbir regülasyona tâbi tutulmamış bir kapitalizmin, kendi kendisinin en kötü düşmanı olduğu; eninde sonunda kendi aşırılıklarına kurban gideceği ve bir kere daha devletten imdat istemek zorunda kalacağına ilişkin bir hatırlatmaydı. Ama dökülen parçaları toplayıp eskisi gibi devam etmenin ötesine geçemezsek, önümüzdeki yıllarda daha da büyük altüst oluşlarla karşılaşmamız kaçınılmazdır.
“Gelgelelim, herhangi bir alternatif formüle edemiyor gibiyiz. Bu da yeni bir durum. Çok yakınlara kadar, liberal toplumlarda kamusal hayat ‘kapitalizm’in savunucuları ile (şu veya bu tür bir ‘sosyalizm’le özdeşleştirilen) eleştirmenleri arasındaki tartışmanın gölgesinde cereyan ediyordu. 1970’li yıllara gelindiğinde, her iki taraf için de bu tartışma anlamını büyük ölçüde yitirmişti; buna rağmen, ‘sağ-sol’ ayırımı işlevini koruyordu. Güncel olaylara ilişkin eleştirel yorumlarımızı iliştirebileceğimiz bir askı, bir mandal sunuyordu.
“Solda Marksizmin sırf statüko ile aralarına mesafe koymaya yaraması bile, genç nesillere çekici gelmesine yetti. Klasik muhafazakârlık için de hemen aynı şey geçerliydi: köklü rutinlerini terketmek istemeyenler için, aşırı değişim aceleciliğine karşı iyi temellendirilmiş bir tepki, güvenilir bir liman demekti. Oysa bugün, sağ da sol da nereye basacağını bilemez durumda.”
* * *
Kuşkusuz Judt daha çok Amerika ve İngiltere gibi “liberal toplumlar” için yazmış bu satırları. Ama Batının ve dolayısıyla dünya kapitalizminin derinleşen krizini öngörmenin ötesinde, (a) “Herhangi bir yasa veya mahkeme kararı hakkında: İyi mi? Doğru mu? Adil mi? Hakkaniyetli mi? Bizi daha iyi bir topluma, daha iyi bir dünyaya götürecek mi? diye sormuyoruz artık” yakınmasıyla; (b) kimsenin alternatif öneremediği gözlemiyle; (c) klasik ideolojik tartışma ve kutuplaşmaların anlamını yitirdiği ve (d) eski sağın da, eski solun da altındaki zeminin kaydığı, ikisinin de artık nereye basacağını bilemez hale geldiği saptamasıyla… söyledikleri Türkiye’ye de cuk oturuyor.
Özetle, memleketin hali kötü. Ve bunu öncelikle iktidarın düşünmesi lâzım. Öte yandan, kendi başına soldan da bir çözüm çıkması mümkün değil, kendi başına sağdan da. Bunu da belki muhalefet veya olası bir yeni muhalefet düşünmeli. Yarın Alan Paton’la devam edeceğim.