Son yazılarının birinde (Sabah, 10 Aralık) Şükrü Hanioğlu ‘cumhurbaşkanlığı sistemi’ ile ilgili uyarıcı bir değerlendirme yayımladı. Yazının başında, 1982 sonrası ‘yarı başkanlık’ sisteminin başarısız olma nedeninin ‘onun fiili niteliğinden’, yani uygulanma biçiminden kaynaklandığını öne sürüyor. Şöyle açıklamış: “Söz konusu karakter nedeniyle yürütmenin işleyişinde oluşan geniş ‘gri alanların’ kontrolü ‘güç kullanımı’ ile belirlenmiş, bu ise siyasetimizin yabancısı olmadığı ‘sistemin siyaset üzerindeki belirleyiciliği’nin fazlasıyla sınırlı kaldığı bir uygulamayı şekillendirmiştir.”
***
Diğer deyişle Türkiye’nin siyasi kültürü yürütmenin işleyişinde kurumsal denetimi zorlaştıran gri alanlar yaratmakta, bu alanlar gücü elinde tutanlar tarafından belirlenmekte ve bu kişi veya odaklar, kullanılan sistemden bağımsız olarak, ülkeyi istediği gibi yönetme fırsatı yakalamakta… Bu tespitin hemen ardından Hanioğlu “ yeni sisteme geçilmesine uzun sayılmayacak bir süre kalmasına karşılık, içinin doldurulması alanında onun ‘cumhurbaşkanlığı sistemi’ olarak adlandırılmasına karar verilmesi dışında bir adım” atılmadığının altını çiziyor.
Yazarın kaygısı açık… Cumhurbaşkanlığı sisteminin muğlak özellikler sergilemesinden, hatta belki de kasten bu şekilde kotarılacak olmasından, üretilecek ‘gri alanların’ gücü elinde tutanlar tarafından istismar edilebileceğinden endişe ediyor.
Bu noktada yeniden kuramsal çerçeve ile fiili uygulama arasındaki farklılığa dönen Hanioğlu, çok benzer yazılı metinlere dayanmasına karşın, “ABD’de güçler ayrımına dayanan dengeyi, Arjantin’de ise yasama denetiminden son derece sınırlı biçimde etkilenen yürütmeyi” öne çıkaran bir sistem oluştuğunu vurgulamakta.
İki ülke arasındaki temel farklılıklardan birinin ‘toplumsal tartışma’ olduğunu belirten Hanioğlu, Türkiye’deki ‘uyum yasalarının’ da Meclis’le sınırlı olmayan forumlarda tartışmaya açılmasını önererek, “bir ülkenin nasıl yönetileceği önemindeki bir konunun… torba yasalarla kararlaştırılmasının doğuracağı sakıncalara” dikkat çekiyor.
Devamında ise şöyle diyor… “ Başkanlık sisteminin liberal demokrasinin işleyişine katkıda bulunduğu örnekler, farklı seçimlerle oluşacak ‘yasama’ ile ‘yürütme’nin ağırlığı eşit, bağımsız güçler olarak yapılandırıldığı ve birbirlerini dengeleyerek denetime tabi tuttuğu yapılardır… Bu hedefe ulaşılabilmesi için üç alanda kapsamlı dönüşümler yapılması zorunludur… Siyasi partilerimizde kemikleşmiş ‘lider oligarşi’sinin önüne geçilmesi… ‘Yürütme ayrıcalıkları’nın sınır ve denetimi ile bunların ‘meclis dışı yasama’ya dönüşmesinin engellenmesi alanında detaylı mevzuat düzenlemeleri yapılması… Nihayet, başkanlık sisteminin ‘kazanan hepsini alır çoğunlukçuluğu’ yaratması… ve siyasal alanda ‘tekel oluşumu’na zemin hazırlamasını engelleyecek yasal altyapının inşa edilmesi… Zikredilen değişimlerin yapılmaması durumunda parlamenter ve başkanlık sistemlerinin mahzurlarını taşıyan ama faydalarını içermeyen bir ‘melez yapılanma’ yaratılması riski doğabilir ki, bunun şiddetle kaçınılması gereken bir gelişme olduğu ortadadır.”
***
Hanioğlu belli ki söylenmesi gerekeni söylemek istemiş. Dediklerinin yapılacağından pek de umutlu olduğunu sanmıyorum. Nitekim yazının sonundaki serzeniş asıl meseleye parmak basıyor: “ Bu önemdeki bir konunun gündemde neredeyse yer almamasını açıklayabilmek zordur. Sistem değişikliğine giden bir toplumda onun içinin doldurulması alanında müşahade edilen ilgisizlik muhtemelen ‘sistem’ ve ‘kurallar’dan çok ‘güç’ tarafından belirlenen bir ‘siyaset geleneği’ne sahip olunmasından kaynaklanmaktadır.”
O siyaset geleneğinin ardında toplumu da kuşatan bir kültür ve onun da temelinde bir zihniyet çerçevesi var… Siyasi ve sosyal alanda bizzat güce yakın olanlar ideolojik, kimliksel ve psikolojik prangalardan kurtulup güce mesafe almadıkça, Türkiye’yi belki daha uzun yıllar ‘demokrasi öncesi’ evrede tutacak bir bileşim.