İnsan suretinde ortada dolaşan bazı mahlûklar Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesine vahşice saldırdı. Merhumeye karşı son görevlerini yerine getirmek için orada bulunanlara ağır küfürler etti. Cenazenin defnedilmesine müsaade etmedi. Defnedilse dahi onu oradan çıkaracaklarını yönünde tehditler savurdu. Tuğluk ailesi bunun üzerine annelerini defnedildiği mezardan çıkarıp Dersim’de toprağa verdi.
İnsanın kanını donduran bu hadise Türkiye’deki ortak yaşama zeminini tahrip gayretinin tepe noktasını temsil ediyor. Pervasızca davranan ve dinî, ahlâkî ya da insanî hiçbir hasletten nasibini almamış bir güruh var ortada. Bu güruhun mensupları kendilerinin dışında hiç kimseye tahammül göstermiyor. Etrafta memleketin sahibi pozlarında dolaşıyor. Kamusal yaşamın kurallarını koyma hakkını kendilerinde buluyor. Herkesin uyması gereken sınırları çiziyor. Haddini aşanları “düşman” kategorisine oturtuyor ve onlara derin bir kin besliyor. Gerektiğinde — ki hep gerekir — hadlerini bildirmek için düşmanlarının üzerine nefretlerini boca etmekten de çekinmiyor.
Peki, bu vandallar tüm bunları nasıl yapabiliyor? Saldırılarının arkasında hangi saik yatıyor? Bu cesareti nereden buluyorlar? Gözlerine kestirdiklerine vurup geçerken neye güveniyorlar? Sırtlarını nereye yaslıyorlar? Neden hiçbir endişe taşımıyorlar? Onları bu denli özgüvenli kılan nedir?
Dışlayıcı bir “millî”lik
Herhalde bu durum, onların zaafları veya kişilik bozuklukları ile açıklanamaz. Muhtemelen bunların da etkisi vardır ama hadise buna hapsedilemez. Resmin bütününe bakılmalı. Eğer bugün bir grup kendinde ölümleri bile sınıflandırma ve kimin nereye gömüleceğini belirleme kudreti vehmediyorsa, bunun müsebbibi mevcut siyasi atmosferdir. Bu atmosferi şekillendiren en önemli faktör ise iktidarın siyasi söylemi ve tatbikatı ile girdiği ittifak ilişkileridir. İki noktanın altı çizilebilir bu meyanda.
İlkin, AKP ile demokrat ve liberal kesimlerle arasında fiili olarak kurulan işbirliği çeşitli nedenlerden ötürü uzunca sayılabilecek bir süre önce bozuldu. Bunun üzerine AKP, iktidar yapısında doğan boşluğu ulusalcı ve milliyetçi kesimlerle doldurdu. İş tutulan aktörlerdeki değişimle birlikte AKP’nin dili ve politik tercihleri de yeniden biçimlendi. Kapsayıcı ve reformcu siyaset çizgisi yerini “milli ve yerli” denilen bir çizgiye bıraktı. Bir zamanlar ayaklar altına alınan milliyetçilik, yerlilik sosuyla, baştacı yapılmaya başladı.
Bu millilik ve yerlilik ise son derece dışlayıcı bir niteliğe sahipti. Çünkü iktidara göre hem içte hem dışta bir varlık-yokluk savaşının içinden geçiliyordu. Herkes hükümetin yanında saf tutmalı ve iktidarın tercihlerine ses çıkarmadan itaat etmeliydi. Milli ve yerli olmanın gereği buydu. Sorgulamak, eleştirmek, bir politikanın eksikliğine işaret etmek ancak milli olmayanların, yerli bir hassasiyet taşımayanların yapacağı faaliyetlerdi. Velhasıl iktidar ve çevresindekiler devletin ve milletin menfaatini düşünen “milli” kişilerdi. Muhalifler ise Türkiye’nin çıkarını düşünmeyen, ilerlemesini ve genişlemesine yan gözle bakan “gayri-milli” unsurlar oluyordu.
Milliliği iktidar politikalarına onay şartına bağlayan derecede dışlayıcı bir anlayıştı bu. Bunun bazı toplumsal fay hatlarını tetiklememesine imkân yoktu. Zira Türkiye’de devlet eliyle köpürtülen bir millilik daima iki kanal üzerinden gelişir. Biri anti-Kürtlük ve diğeri gayri-müslim karşıtlığıdır.
Milliyetçilik abartılıp sorgulanamaz bir pozisyon haline getirildiğinde, bunun taşıyıcılığını üstlenen grupların bilhassa Kürtlere ve gayri-müslimlere yönelmeleri şaşırtıcı olmaz. Milliyetçiliğin bayrağını dalgalandıranlar, Kürtleri ve gayri-müslimleri günah keçisi olarak damgalar ve ülkenin başına gelen her türlü melânetin sorunlusu olarak onları gösterir. Dolayısıyla onlar karşı yapılacak eylem — ne kadar kötü olursa olsun — yine de mubah olur. Bu grupları artık “Kürt anasını görmesin” kesmez; onlar “Kürt anasını gömmesin” boyutuna geçer.
Göz yaşartan müsamaha
İkincisi, iktidar “millilik siyaseti vesilesiyle ittifak yaptığı gruplara muazzam bir hareket serbestisi tanıdı. Uzaktan en ufak bir muhalefet tınısı taşıyan küçük eylemler bile güvenlik güçleri tarafından sertlikle bastırılırken, bu milliyetçi ve ulusalcı kesimlerin kamusal görünürlükleri en üst seviyeye çıkarıldı. Kaynaklar hizmetlerine sunuldu, en geniş alanlar onlara açıldı. Hemen her meselede “Buralar bizden sorulur” havasında racon kestiler ve dediklerini de yaptılar. Mesela “Değerlerimize aykırı” dediler, gittiler müze bastılar. Sözüm ona İsrail’e kızdılar; kalkıp Yahudi vatandaşlarımızın ibadethanelerini kuşattılar.
Kamu düzenini ve güvenliğini açıkça bozan eylemlerine bile iktidar göz yaşartıcı bir müsamahakârlıkla yaklaştı. Bu eylemleri yapanlar hakkında etkin bir soruşturma yürütmedi. Yaptıklarına göz yumuldukça bu grupların da cüreti arttı. Cezalandırılmayacaklarına, cezalandırılmak bir yana hattâ taltif edileceklerine olan güven, sonunda geldi onları cenaze basacak kadar ileri götürdü. “Kürt anasını gömmesin.”
Tehlikeli oyuncak
Milliyetçilik, tehlikeli bir vasıtadır. Kitleleri hamasi bir millilikle doldurur ve sokağa salarsanız, kendilerini milli menfaatlerin sahibi ve temsilcisi olarak görenlerin sağa sola saldırmasına ve büyük suçlar işlemesine kapı açarsınız. Çekiciliğine kapılıp milliyetçilikte gaza bastığınızda, farklı etnik kimlikleri karşı karşıya getiren ortamlar oluşturur ve çatışmanın toplumsal kimliklere sirayet etmesine neden olursunuz.
Hatun Tuğluk’un cenazesi, tehlikenin boyutunu göstermesi bakımından çok uyarıcı oldu.
Ülkenin üzerinde kötü bir atmosfer var. Bu atmosferi iktidarın tercihleri yarattı; dolayısıyla bunu dağıtmak da öncelikle onun sorumluluğuna girer.