Bir önceki yazımı ( “Vermezler/gitmezler”ci apolitizm. Serbestiyet 25.6.2019) bitirirken, iki sekter apolitik eğilimin eleştirisini yapmaya çalışacağımı yazmıştım. Bunlardan ilki, Kürt hareketinin “sistem partilerine” güvenmesini, ittifaklara bel bağlamasını sakıncalı bulan eğilimdi. İkincisi de, Babacan-Abdullah Gül girişimini “siyasal İslam”ın yeni bir versiyonu olarak niteleyen; onunla iş birliği yapılamayacağını, tersine mücadele edilmesini, siyasal İslam’ın bütün olarak yenilgiye uğratılmasını savunan yaklaşımdı…
Birinci söylem daha çok, 70’li yılların sol/devrimci çevrelerinde egemen olan aşırı sekter ruh halini çağrıştırıyor. Hayata dogmatik şemalarla bakmaya alışkın; kendi radikal kimliği dışındaki siyasal aktörleri “sistem içi” gören; uzlaşmaları yoldan sapma olarak niteleyen bir bakışın izlerini taşıyor. Bu önermelerin HDP’nin hem yönetim katlarının hem de otantik Kürt tabanının siyasal düşünme kapasitesinin epeyce gerisinde kaldığını düşünüyorum. Nitekim Demirtaş ve arkadaşları kanımca çok yerinde bir kararla, kazanma şansları olmayan büyük kentlerde aday çıkartmadılar. Zorlayıcı kışkırtmalara direnerek “kaybettirerek kazanacağız” mottosundan yürüdüler.
Bu tutumun, seçim sonuçlarını doğrudan etkilediği ve dolayısıyla, İktidar katında oluşan büyük kırılmada; radikal biçimde değişen güçler dengesinde kilit rol oynadığı açıktır.
“Biz bize yeteriz; sistemin hiçbir unsuruna güvenemeyiz” ci diklenmeler, şövalye ruhunu okşayan; tarihte haksızlığa uğramışlığın yarattığı öfkeyi tatmin eden ama buna karşın ciddi bir politik analize yaslanmayan; hangi hedefe hangi gerçekçi yoldan ilerleneceğine cevap getirmeyen dar bakışlı/hayalci/kestirmeci bir çizgiyi ifade ediyorlar.
Kürt kimliğinin kültürel/toplumsal/siyasal taleplerinin karşılanabilmesi, eşitlikçi yeni bir statü oluşturulabilmesi, sistemin dayandığı egemen ideolojinin dönüştürülebilmesine aşılabilmesine bağlıdır ve kuşkusuz ki çok zorlu çabaları gerektirir. Sorun, sistem partilerine güvenip güvenmemek değil; onların dayandığı sosyolojik/kültürel/politik zeminin dönüştürülebilmesine giden yol ve araçları bulabilmektir.
Sistemi tümüyle reddetmeyi, “topunuz aynısınız” kafasıyla hamasete yüklenmeyi savunmanın HDP’ye de Kürtlere de vadettiği sonuç etkisizleşmektir. Daha önemlisi; Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinin önemli bir bileşeninden yoksun kalmasıdır.
Türkiye, Temmuz 2015’de çözüm masasının çöküşü ve başlatılan hendekli barikatlı “halk ayaklanmasının” yol açtığı savaş trajedisinin içinden geçiyor yıllardır. Bu travmayı tek yönlü değerlendiren; sorumluluğu hep karşısındakinde arayan yaklaşımlar bugün tanık olduğumuz sonuçların önemini anlayamıyorlar. Savaşın zirveye taşıdığı kaskatı şovenizmle kuşatılmış topraklarda sıcak bir ışığın peşindeyiz.
Demokrasi ekseninde uzlaşmacı siyasetler, egemen çoğunluğun duyarlılıklarını hesaba katan gerçekçi talepler, toplumsal algıda mutlaka yankı bulacaktır. Nitekim, iktidarın HDP ve Demirtaş’ı kriminalize ederek, olanca ağırlığıyla abandığı izolasyonist siyaset hasar almıştır. “CHP, bizimle birlikte görünmek istemiyor”; “teşekkür bile etmediler” vs yollu aceleci ve kızgın sesler süreci doğru değerlendirmiyorlar kanısındayım. Tam tersine; görmek isteyenler için buzların çözülmesine yönelik belirgin çabalar var.
Kanımca, HDP şiddete tereddütsüz bir dille mesafe koymalı ve ittifaklar siyasetini derinleştirerek yeni demokratik bir anayasa mücadelesinin bileşeni olmalıdır.
**** **** ****
Gül-Babacan girişimini “siyasal İslam’ın bir versiyonu”, “aşılması gereken yeni bir tehlike” olarak kodlayan söylemlere gelince…
Bu söylem de yukarıda tartışmaya çalıştığım apolitik sekter bakışın başka bir versiyonunu oluşturuyor. Katı laikçilikle dar solculuğun kesiştiği bir düşünce kavşağında duruyor. Politik bir analize dayanmadığı gibi hedefe ve yollara dair gerçekçi cümlelere sahip değil.
Kutuplaşmanın ülkeye ağır hasar verdiğini düşünenlerden gelen bir ses olması da ayrıca ironik. İronik; çünkü, bu düşüncenin başlı başına kendisi kutuplaşmanın açık bir sonucu ve aynı zamanda yeniden üreticisi. Yani, şikâyet ettiği patolojinin bağımlısı olduğunun ve o patolojiyi derinleştirici bir tepki ürettiğinin farkında olmayan bir duygu durumuna işaret ediyor.
Bu kesimin, artık laiklerin etkili çoğunluğunu temsil etmediğini düşünüyorum. Dikkat edilirse etkiliye vurgu yaptım. Çünkü, çoğunluk olmadıklarından emin değilim.
Bugün Türkiye’nin temel sorunu ülkeyi otoriter bir kıskaca almış uyduruk Tek Adam Rejiminin değiştirilmesidir. Hukuk sistemini ayağa kaldıracak; temsili demokratik kurumları sistemin merkezine oturtacak, hak ve özgürlükleri korumaya alan yeni bir anayasaya ihtiyacımız var. İktidarın seçim yenilgisi bu hayati kapıyı açmıştır. Bu dönüşüm, bütün sosyolojik kesimlerin azami ölçüde rıza ve katılımına muhtaçtır. Muhafazakâr kesimden bu sürece açık destek sunmayı vadeden çıkışları kaskatı önyargılarla kodlayıp, iş birliğine açılmak yerine tasfiye etmeyi hedeflemek çok tanıdık bir seçkinci ütopyadır. Ama daha fazlası; bu düşüncenin kendisi de iliklerinden taşan İslamofobisiyle başka bir otoriterizm iştahının habercisidir.
Şöyle kapatayım sözlerimi: Türkiye’de kimliksel ayrışmanın ateşi düşürülmeden, sosyolojik kesimler arasında; birbirine saygı duygusu, haklarını tanıma bilinci, birlikte yaşama isteği oluşturulmadan kimse huzurlu hayat düşleri kurmasın. “Hele bir gücü ele geçireyim onlara kök söktürmesini bilirim” diyenlere yüz verdikçe; “karşı tarafın bileğini büküp yere sermedikçe bize hayat hakkı yok” kafasındakileri marjinalleştirmedikçe yüksek gerilimli hayattan çıkamayız; normalleşmeyi başaramayız.
Laik kesim uzun yıllardan sonra, Kılıçdaroğlu’nun sessiz ve derinden işleyen sağduyusu ve İmamoğlu’nun yeni üslubu üzerinden muhafazakarlarla barışmaya yönelik umut verici bir kanal açtı. Siyaseti anakronik önyargılarla izlemiyor; muhafazakâr dünyadaki farklılaşmaları, tartışmaları biraz anlayabiliyorsanız, Gül-Babacan ekibinin sahne alışını, kimlikler arasında köprü oluşturulabilmesine muhafazakâr dünyadan bir katkı olarak selamlamakta sakınca görmezsiniz.
Yeni bir döneme giriyoruz. Umut, farklılaşmanın kimlikler üzerinden değil, demokrasi isteyip istememe üzerinden tanımlanmasına doğru yol alınmasındadır. Bu dönüşümün işaretleri belirdi.
Yolumuz açık olsun…