15 Temmuz’da bazı ezberler bir bir döküldü. Sağ-sol, biz-öteki, benden-dışarıdan, demokrat-anti-demokrat gibi siyasal/sosyolojik alandan pek çok tanımın ön kabulleri/yargıları alt üst oldu. O günlerde Ertuğrul Başer’in Serbestiyet sitesinde yayınlanan mektubu/yazısı bunu bir fotoğraf netliğinde vermişti okura. https://www.serbestiyet.com/yazarlar/ertugrul-baser/bir-fatiha-arkadasim-ahmet-asikin-ruhuna-mektup-70762 Ülke darbenin kıyısından son aşamada viraj alıp dönmüşken, Başer’in yazısında “bugünleri gördüğümüze şükür”ün yanında, “bugünleri gösteren iradenin içinde, Müslümanların yanı sıra -onca askeri darbenin acısı, ukdesi boğazlarda düğümlenmişken- neden ‘sol’ yoktu?” kırıklığı da göze çarpıyordu. Hak tesliminin gerekliliğine dikkat çeken sol entelektüel ile ‘kendi olmak’ meselesini konuştuk…
Kimdir o mektubu yazan? 1980 darbesi döneminde yaşadığı somut şeyler üzerinden soruyorum, kimdir, nerelerden geçmiştir, hangi kapılardan girip çıkmıştır? Kimdir Ertuğrul Başer?
Hayatı uzun Türkiye devriminin (14 Mayıs 1950 – 15 Temmuz 2016) mübalağa arayış, yöneliş ve çalkantılarıyla geçen ve mübalağa zayiat veren bir kuşağın üyesiyim. Belli ki kader bizden, ele avuca sığmaz, hakikatli bir toplumun üç büyük özgürleşme, kendini bulma dalgasına (1950’ler, 1970’ler ve 1990’lar), o uzun normalleşme, makule erme sürecine tanıklık etmemizi istemiş. Şükrediyorum.
Biz parmak kadar çocuklar, ışıklı gece trenleri üzerinde kurduğumuz gelecek hayallerini gözümüzü karartıp şehirlere taşıdığımızda, aslında Türkiye de hayallerini ve nüfusunu kırdan kente taşımaya başlamıştı. Köylülük bir hayat tarzı olarak ortadan kalkıyor (1980’ler) ve “modernlik”, hormonlu bir beyazlaşma/Batılılaşma iştahı eşliğinde, kentli orta sınıflar üzerinden terennüm ediliyordu.
Kuleli’ye girdiğimizde (1970) “boş değildik”, yanımızda, ana babamızdan gördüğümüz Anadolu Müslüman kimliği ve Geleneği vardı. Yani, tren istasyonlarında babalar “Emanetin Allah’a, Allah işini gücünü rast getirsin, arkandakileri unutma” gibi sözlerle oğullarını uğurlarken, oğullar bön bön bakmazlardı yüzüne, aksine duydukları her kelime içlerinde yankılanır, üzerlerine bir zırh kuşanmış gibi olurlardı…
Kuleli’ye girerken arkanızdaki güç buydu, pekiyi karşınıza çıkan dünya ne idi?
Orada bize “ceplerinizi boşaltın” dediler, işin bildiğimiz gibi olmadığı, Müslümanların yobaz, örümcek kafalı, İslam’ın gerici olduğu, Atatürk’ün bizi onlardan kurtardığı öğretildi. Sonuç itibariyle taşradan, varoşlardan devşirilip, kendisini devletin sahibi, toplumun sahibi ve efendisi sanan bir Kemalist seçkin sınıfa dahil edildik. Bu tipin solcu, sağcı, sosyalist, Müslüman veya ülkücü her türü vardır. Ortak paydası hepsinin İslam’a, Müslümanlığa, yani bu toplumu kuran baz kimliğe, en hafif deyimiyle soğuk ve mesafeli bakmaları ve hiçbir durumda Atatürkçü kimlik dışında bir kimlik/varoluş tahayyül edememeleridir. Bizden kendi ana babalarımızın da dahil olduğu esas toplumu ebedi hasım olarak görmemiz isteniyordu. Hayatın olağan akışına uygun değildi bu.
Nitekim Türkiye toplumu olağana, normale, sürdürülebilir olana dönmek için her şeyi yaptı ve sonunda başardı.
Bu ikilemden nasıl etkilendiniz, ne oldu sonuç olarak?
Aşırı sağcı/solcu değil, sanıyorum aşırı sorumlu bir kuşaktı bizimki. Ailelerimize ve ülkemize karşı duyduğumuz güçlü borçluluk/sorumluluk duygusuyla, kapatıldığımız Atatürkçü kimliğin dışına çıkmayı ve her an hiç umulmadık bir anda, alelade bir fikir, kitap veya tutumla Atatürkçülük dışında “sapık” bir fikre kapılma korkusunu yenmeyi de başardık. Ülkücü olduk, Sosyalist olduk, Akıncı olduk.
Aşağı yukarı bütün kimliklerden geçtik yani… Ve sonunda “hiç hesapta olmayan” ana babamızın kimliğine döndük. Özümüzle, kendimizle, aslımızla barıştık.
Ben bu iddiasız, mütevazı kimliğe ana, temel, baz, kurucu, indirgenemez, iptal edilemez, dip, derin, alt-yapı, kader kimlik diyorum. Sonradan edineceğimiz her türlü kimliğin olanağı olarak görüyorum. Nasıl insan kendi ana dilini bilmeden başka bir dili öğrenemez ise, bu ana kimliği olmadan da üzerine, yanına yöresine yeni kimlikler inşa edemez. Bunu çeşitli kimlikler, gelenekler, doğrular yanlışlar, iyiler kötüler arasında herhangi bir tercih, yargı belirtmeden yapıyorum. Yani, Anadolu Müslüman kimliği, içine doğmuş olduğumuz kimlik olması hasebiyle, görmezden gelsek de kurucu, yokmuş gibi davransak da var ve indirgenemez, tümüyle unuttuğumuzu, “aştığımızı”, geride bıraktığımızı, ıskartaya çıkardığımızı sansak da dipte yatan kader kimliğimizdir.
Şükür, hamt, sabır, vb., gibi kendine has derin yapıların üzerine kurulu bu kader kimlik, olası bütün kimliklerin içinden geçer ve biz söze, kardeşe, özgürlüğe, demokrasiye, adalete, ancak ve ancak buradan başlayabiliriz.
“Söz ve siyaset alanında rıza ve iknaya dayalı demokratik rekabet içinde kaldığı sürece, her kimlik “BİZ”i çoğaltır”
Mektuba gelirsek, önce izninizle ben okuduğumu söyleyeyim. Duygusal olacak biliyorum ama, başka türlü ifade edemeyeceğim; halk şiiri okumak gibiydi. Açık, duru, dile kolay görünen, ama bütün duygu ve olguyu o açıklıkla, o netlikle anlatmanın hiç de kolay olmadığını her satırda yutkuna yutkuna fark ettiğim bir halk şiiri… Ama siz söyleyin şimdi; ne yazdınız, neden yazdınız?
Anladığım kadarıyla, kendimiz hakkındaki toplumsal/kolektif bilgi genel bir kanaatler, sezgiler ırmağı halinde milyonlarca zihin arasında akıyor, sayısız havzada gölleniyor, sayısız barajda birikiyor ve sonunda bir gün, özellikle kırılma anlarında kendine bir yol bularak dışarıya, yani dile ve bilince çıkıyor. Burada hepimiz bu ırmağa bir şeyler akıtıyor ve o ırmaktan bir şeyleri dışarı sızdırıyoruz. Mektubu okuyan pek çok insanın dediği gibi, bu devasa süreçte birisi, her zaman diğerlerine tercüman oluyor, “tam da diğerlerinin içinden geçenleri” yazıyor. O kadar.
Mektupta dışa vuran aslında Türkiye toplumunun en derin çatışması: Gelenek ile Modern arasında, (bizim dönemimiz için söylersek) radikal bir şekilde Geleneği temsil eden dindar, muhafazakâr Müslümanlar ile radikal bir şekilde Moderni temsil eden Sosyalistler arasında, bir toplumun kader anında trajik bir şekilde yüze vuran bir çatışmadır bu. Nitekim, o dönemde kişisel olarak beni uzun süredir yazmaya zorlayan şey de içinde yetiştiğim sosyalist çevrenin Gezi olaylarından itibaren savrulması, söz ve siyaset alanında bir dönem “Yetmez Ama Evet” tutumuyla mütedeyyinler ile laik, seküler modernler arasında açtığı tarihi kapıyı kapatarak kategorik Erdoğan, Ak Parti ve maalesef İslam karşıtı bir çizgiye kaymasıydı.
Kendinizi (girift bir örgünün içinde olduğumuzu baştan görerek) ne ile, nasıl tanımlıyorsunuz?
Bir kere bir ağaç gibi kök saldığımız ve bütün varlık gıdamızı aldığımız toprağı, kültürü (eksiğiyle gediğiyle, acısıyla tatlısıyla) önemsiyorum. Geçmişle, Gelenekle, Osmanlı’yla, İslam’la tabii bir bağ kurmamız gerektiğine, tabii bir alışveriş içinde olmamız gerektiğine inanıyorum. Bu çerçevede silaha, şiddete, darbeye başvurmadığı sürece (yalnızca bu şartla) bütün kimlikler mubahtır, saygındır. Söz ve siyaset alanında rıza ve iknaya dayalı demokratik rekabet içinde kaldığı sürece, her kimlik “Bizi” çoğaltır.
Kendimi demokrat olarak tanımlıyorum. Ve bu topraklarda ilk defa hakikatli bir demokratik siyaset alanının kurulmasına öncülük eden ve bunu 15 Temmuzla taçlandıran dindar Müslüman, Muhafazakar geleneğin hakkını teslim etmeden yol alamayacağımızı hissediyorum. Ömrümüz, gücümüz ne kadarına yeter bilmiyorum ama ben de şahsen bu hak tesliminde elimden geleni yapmak istiyorum.
Türkiye’nin ufkunda, -yine sizden ödünç alarak- “kendi olmak”lığı bağlamında hem iç hem de dış varoluşu açısından neler var sizce?
Kendi Olmak, bir toplumun bütün başlangıçlar ve bütün hamleler için, çıkmayı tasarladığı bütün yollar için, bütün başlangıç, yol ve hamlelerin başında ve hangi yana dönsem belirsiz kavşağında, başarı ve iyilik için olması gereken yerde olmak demektir. Bütün hakikat ve samimiyetiyle tarihsel, toplumsal, kültürel varlık, zaman ve kaderin kendisine yüklemiş olduğu bir Kendiliği kabullenmek, sahiplenmek demektir. Her türlü iyilik, başarı, yücelik, mutluluk, yaratış, çoğalış, beka, varlığını sürdürmek için zaruri, kaderin yüklediği başlangıçta, kaderin getirip koyduğu kavşakta olmak demektir. O yer, o kavşak yoksa, hiçbir yan veya yön tayini yapamayız.
Cumhuriyet ve Kemalizm Şimdiyi Batılı bir Modern Zaman olarak sabitlemek istedi, öncesi olmayan, hâlihazır Batı’da yaşanmakta olan bir Modern Şimdi. Bu Şimdinin ebediyen süreceği varsayılıyordu (pek meraklıdırlar ebediyete, 28 Şubat için de bin yıl sürecek, demişlerdi).
Geçmiş ve gelenekten tümüyle kopartılmış, tıka basa pragmatik iktidar, şiddet ve beka teknikleriyle doldurulmuş, Kendi Olmaklık dışında her şeye, özellikle de Batıya iliştirilmiş bu Modern Şimdi öylesine güçlü bir inşa idi ki, bu durumu aşmak veya bir parça gevşetmek isteyen siyasal, kültürel girişimler o Şimdinin dışında açık bir ufuk oluşturamıyordu.
Mesela ilk özgürleşme dalgasında Menderes ve Demokrat Parti hareketi, tereddütteydi: Kendi geleneğine, Kendi Olmaklığına dayanmak, oradan beslenmek zorunda olduğunu hissediyordu (Yeter Söz Milletin) fakat bunun nasıl uzun soluklu bir mücadele sonucu başarılabileceği konusunda bir zihin açıklığına sahip değildi. Zaten fırsat da vermediler.
İkinci özgürleşme dalgası (1965-80 Sol dalga) o donmuş Modern Şimdiyi yeni bir Modern/Sosyalist Gelecek tahayyülüyle alt edebileceği inancındaydı, o yüzden ütopyalar çarpıştı!
Ama bu Modern Gelecek tasavvurlarında da ütopyalarda da bir Geçmiş, Gelenek veya Önce yoktu. Yani, bir toplumun güçlü bir atılım yapabilmesi için dayanabileceği yegâne şey, olmazsa olmaz şey eksikti: Kendisi Olmak. Çünkü makul olan her türlü Şimdinin bir Geçmişi olduğu, bütün kurumları, umutları, yaptıkları ve yıktıklarıyla her Modernin öyle olmayan bir Öncesi olduğuydu.
Çünkü her türlü Ütopya zaten mevcut olan bir ruhsal, kültürel, ahlaki kudret ile ve o kudret üzere varlığa geçebilirdi.
Bu kudreti ilk defa üçüncü özgürleşme dalgası (1990’lar Erbakan-Erdoğan çizgisi) sahiden harekete geçirmeyi başardı. Topraklarımızda ilk defa bu Modern Şimdinin öncesini dikkate alan, özgürlük ve adalet talebini toplumsalda zaten mevcut olan ruhsal, kültürel, ahlaki bir kudrete, Derin Topluma dayandıran bir siyasal hareket gelişti. Erdoğan ve Ak Parti bizi makul olanla, hayatın olağan seyrinde olması gerekenle buluşturdu: Özgürlük, Adalet, Kardeşlik talebine ‘Kendi Olmaklık talebini, Kendilik bilincini ilave etti. (Son dönemlerde “yerlilik ve millilik” tartışma ve taleplerinde semptomatik olarak dışa vuran şeyin ta kendisidir bu!)
Bu ‘Kendi Olmaklık, 15 Temmuz’da gürül gürül ispatladı kendini, gayri-maddi, ruhsal, ahlaki bir kudret olarak, dondurulmuş Modern Şimdiyi ve o Şimdinin ördüğü zihniyet duvarlarını parçaladı, tüm toplumu, bütün kimlikleri değişime sürükledi. Değişim manivelası, ancak bu kendisi gibi olan, bu zamana dayanmış, yumuşak, sabırlı, kararlı kudrete dayandığında iş görebilirdi zaten!
Böylece Cumhuriyet tarihinde ilk kez, makul, olması gerektiği gibi, fıtratına uygun, yeni bir Biz ihtimalinin önü açıldı. Coğrafyamız ölçeğinde de dünya ölçeğinde de bir umuttur bu.
Şükürler olsun.
—————————————
(*) Serbestiyet TV programının moderatörü Zeynep Türkoğlu tarafından gerçekleştirilen bu röportaj, ilk defa Star gazetesinin 15 Nisan 2018 tarihli Pazar ekinde yayınlanmıştır. Ertuğrul Başer’in isteği ve gerek kendisinin, gerek Zeynep Türkoğlu’nun onayıyla, burada tekrar yayınlanmaktadır.