Seçimler sona ermiş, Ak Parti tek başına iktidar olacak oyu alamamıştı.
Ama gelin görün ki hâlâ açık ara birinci partiydi ve iki partiyi bir araya getirmek sorunu çözmüyordu.
Matematiğin yetmediği yerde mühendislik devreye girdi. Tüm partileri bir araya getirmek gerekiyordu. Bir CHP-MHP-HDP Koalisyonu kurulacak, böylece ülke “Akepe” iktidarından kurtulacaktı.
Ama bir sorun vardı: Matematiğin gerçekleri ikili, siyasetin gerçekleri ise üçlü koalisyona izin vermiyordu.
İşin kötüsü herkes bu açık gerçeği görmeye hazır değildi.
Realiteden kopanlar
Yaşadıkları ülkeyi, toplumu ve ondaki ayrışmanın ekonomi politiğini hiç anlamayanlara göre hesap ortadaydı, “Akepe” yüzde 40 oy almıştı ve geriye yüzde 60 ile bir hükümet kurmak kalıyordu.
Üzücü olan, kerli ferli siyaset bilimcilerin, akademisyenlerin, tecrübeli gazetecilerin de bir ucunda MHP’nin, diğer ucunda HDP’nin yer aldığı bir koalisyonu önerebilecek kadar gerçeklikten kopmuş olmalarıydı.
Belki yapılması gereken, “kötü bir dönemden geçiyorsun, sakin ol, dostlar arasındasın, bir süre siyasetle ilgilenme” diye takılmaktı, ama bir faydası olmazdı. Çünkü hayal kurmakla analiz yapmak ve siyasa önermek arasındaki farkı görecek durumda değillerdi.
Sonuçta realiteyle bağlarını büsbütün koparmamış herkesin beklediği oldu: Kuş ile balık bir yuva kuramadı.
Peki nasıl oldu da bu kadar okumuş yazmış insan, kendisini bir CHP-MHP-HDP koalisyonu önerecek duruma düşürdü?
Bunun çok sebebi var. Sınıfın, ideolojinin, resmi eğitime maruz kalmanın, islamofobik önyargının, bir de psikolojinin anahtar kavramlar olarak kullanılacağı çok boyutlu analiz yapılabilir.
Ama bu yazının konusu bu değil.
“Yüzde 60 Blok” illüzyonu
Bu noktada bir ara verip, şu “yüzde 60 Blok”un neden anlamsız olduğuna dair de birkaç söz etmekte fayda olabilir.
* “Yüzde 60” diye homojen bir kitle yok. Bu muhayyel grup içindeki milyonlarca insanın sınıfsal konumları ve siyasi talepleri bir diğerininkiyle örtüşmeyebiliyor, hatta karşıt bir nitelik taşıyabiliyor.
* İnsanların siyasi tercihleri ve oy davranışları pek çok etken tarafından belirlenir. Erdoğan/Ak Parti karşıtlığı o yüzde 60 içindeki herkes için geçerli değil, geçerli olanların tümü için de ilk sıradaki duyarlılığı temsil etmiyor.
* Ak Parti sadece yüzde 40’ın partisi değil. Pek çok kamuoyu araştırmasında “partinize oy vermeseydiniz hangi partiye oy verirdiniz?” sorusuna verilen cevaplar, Ak Parti’nin genellikle seçmenlerin ikinci partisi olduğunu gösteriyor.
* Yani bir HDP seçmeninin MHP’ye, bir MHP seçmeninin de HDP’ye oy vermesi pek mümkün değilken, her ikisinin de Ak Parti’ye oy vermesi çok daha fazla mümkün. Ak Parti sadece reel oyu bakımından değil, potansiyel oyu bakımından da o keskin karşıtlık illüzyonunu doğrulamıyor.
* Toplumun yüzde elliye yüzde elli veya kırka atmış kutuplaştığını zannedenler, kendi ruh hallerini topluma giydirme hatasına düşüyorlar. Oysa Ak Parti’ye oy vermeyen milyonlarca seçmen için ne Erdoğan öcü, ne de “ölümüne bizim parti” takıntısı söz konusu. Aksine, oyunu değiştirebiliyor.
* Çünkü sokaktaki insan, bu ülkenin okumuş yazmışları kadar kesin inançlı değil; siyasi tutumu onların hiç anlamadığı bir şekilde esneklik arz edebiliyor, örneğin yerel seçimde Ak Parti’nin belediye başkan adayına oy verirken milletvekili olarak başka partinin adayını tercih edebiliyor.
* On milyonlarca insan için her seçimde kartlar yeniden dağıtılıyor, her soruya verilen cevap aynı olmuyor.
* Örneğin Ak Parti’ye oy vermeyen ama 2010 Referandumunda Ak Parti’nin önerdiği anayasa değişikliğini yüzde 58 oyla (boykotçuların “hayır”ı hiçbir şekilde savunmadıklarını dolayısıyla bu oranın daha da büyük olabileceğini not edelim) kabul eden bir toplum var ve o “öldürseniz Akepeye vermem” demiyor.
* Yani o vehmedilen “AKP karşıtı yüzde altmış” bir yanılsamadan ibaret.
* Üstelik bu yüzde 60’ın içindeki pek çok seçmenin Ak Parti’ye oy vermeme gerekçesi, bu partinin o yüzde 60’ın içindeki hiç sevmediği diğer bazı unsurlara yakın olduğunu düşünmesi. Bu anlamda örneğin Ak Parti’yi Çözüm Süreci’nde yetersiz bularak eleştirenlerle, onu tam da Çözüm Süreci yüzünden, fazla bularak eleştirenleri aynı kefeye koyarak, onlardan blok halinde hareket etmesini beklemek mantığa aykırı.
* Hepimizin siyasi kimliğinde “biz” ve öteki”ni şekillendiren karşıtlıklar olabilir. Bu yüzde 60 meselesinde sorun, bunu dile getirenlerin başka insanlar için de başka karşıtlıkların söz konusu olabileceğini göz ardı etmeleri.
* Yani “anti-AKPli” olmak, kendi siyasi kimliğinin önemli bir parçasını oluşturanlar bu hesabı yüzde 40’a 60 şeklinde yapıp “halkın yüzde 60’ı AKP’ye karşı” şeklinde yaparken, “MHP ırkçı, ayrımcı parti” diyen biri toplumu yüzde 16’ya 84; “CHP Kemalist, faşist” diyen 25’e 75 ve “HDP bölücü, Kürt partisi” diyen de 13’e karşı 87 şeklinde koyabilir. Ve “halkın yüzde 77’si HDP’ye karşı” şeklinde bir sonuca varabilir. Bu durumda kim “hayır, senin karşıtlığın doğru değil, benimki doğru” diyebilir?
İllüzyonun sonu
Geri kalan yüzde 60’ın bir araya gelmesini hayal edenler, kendi ruh hallerinin ve politik karşıtlıklarının genel durum olduğunu zannetme hatasına düştüler veya bir tercih olarak zannediyormuş gibi yaptılar.
Bazıları için siyaset o kadar AKP/Erdoğan karşıtlığına endeksliydi ki, herkesin de böyle olduğunu ve dolayısıyla böyle davranmasını beklediler. Oysa ne toplum, medya, akademya, TÜSİAD ve Hürriyet Plaza, Cihangir ve Moda’dan ibaretti, ne de geniş kesimlerin oy davranışı dar bir siyasi çevrenin ruh haline veya bir zümrenin Erdoğan nefretine göre şekilleniyordu.
Oligarşi medyası başta olmak üzere, belirli bir kesimin siyasi gündemini şekillendirme konusunda başarılı ideolojik aygıtların hakkını teslim etmek gerek.
Ama onların bile bir etki sınırı vardı ve olmadı.
MHP onları uyandırdı.
HDP’yi kuşatan atmosfer
Sınıfsal ve ideolojik sınırlılıkları bakımından Türk solunun bu telkinlere açık olmasını anlamak mümkündü.
Trajik olan HDP’nin durumuydu.
Şaka gibi ama onlar da “Akepeye ne içerden ne dışarıdan” destek vermeyeceklerini haykırırken, MHP ile kurulacak bir hükümeti desteklemeyi kabul edebildiler. (Hatta HDP’li yetkililerin açıklamasından öğreniyoruz ki, Meclis başkanlığı seçiminde topluma açıklamadan aynı adayı destek vermeyi bile kabul etmişler ama onlardan kaynaklanmayan sebeple olmamış. Demek ifşa olmasaymış, bugün başka bir TBMM Başkanımız olacakmış. Açıklık, şeffaflık diye yola çıkan bir parti bunu yapmamalıydı, en azından kendi seçmenine. )
Nasıl bir atmosferdir, nasıl bir etkidir ki bu, HDP’yi Ak Parti’dense, MHP’ye dışarıdan desteğe itiyor; üstelik de MHP tarafından refüze edilen bir parti olma pahasına.
Dışta Arap Baharı’nın sonuçlarından rahatsız olan, dümeni Sisi ve Esad’dan yana kıran ve Erdoğan’dan rahatsız olan Batılı büyük devletlerin Ak Parti’siz bir Türkiye arzulamalarını anlamak mümkün. İçte de egemen zümrenin sınıfsal ve ideolojik sebeplerle aynı tutumu almasını anlamak mümkün.
Ama HDP’nin tutumunu nasıl açıklamalı? Sahiden MHP hangi özelliği dolayısıyla Ak Parti’den esirgenen yaklaşımı hak ediyor, bunu açıklamaları gerekir.
Daha doğrusu gerekirdi ama MHP’nin tutumu bu garip rüyadan uyandırdı.
Üç siyasi partinin birlikte bir hükümet teşkil edeceğini hayal edenler, buna uygun taahhütlerde bulunanlar, şimdi MHP’ye kızıyorlar ama nasıl söylemeli, normal davranan o; anormal, eşyanın ve siyasetin doğasına aykırı davrananlar kendileri.
İşin daha trajik tarafı, MHP’yle ideolojik bir akrabalığı olmayan insanların, MHP’ye sitem etme hakkını kendilerinde bulmaları ve bu yüzden de Devlet Bahçeli tarafından dış kapının mandalı muamelesi görmeleri.
MHP liderine kızamam, çünkü ben de böyle yapsaydım aynı muameleye maruz kalırdım ve kesinlikle bunu hak ederdim.
Eğer CHP’ye uygulanan kaset komplosu MHP’de tutmuş olsaydı, belki bugün MHP de bu tuhaf ittifakta yerini almış olurdu.
Öyle veya böyle, siyasetin gerçek dünyasındayız artık.
Ama henüz çok da sevinecek bir durumda değiliz.
Çünkü bu makuliyet kaybı devam ederse, biz daha çok illüzyona kapılırız; “yüzde 60 blok” türü absürt tartışmalarla, “CHP-MHP-HDP beraberliği” türünden irrasyonel projelerin sokacağı çıkmaz sokaklarda daha çok oyalanırız.
Ve bu arada çok şey kaybedebiliriz.