Hrant Topakian
Lübnan İç Savaşı başladığında on yaşında bir çocuktum. Oralarda neden doğdun diye soracak olursanız, evet, çok haklısınız, 1915 Ermeni tehciri olmasaydı bendeniz Türkiye’de doğup büyümüş olacaktım derim. Hattâ ve hattâ büyük bir ihtimalle ya Kumkapı Gedikpaşa’da ya da Kayseri’de doğmuş olurdum. Gelelim Lübnan’a; Lübnan Doğu Akdeniz kıyısında başkenti Beyrut olan küçük bir Ortadoğu ülkesidir. Fenike uygarlığının vatanı Lübnan ve kıyılarıdır. Kuzeyinde ve doğusunda Suriye, güneyinde İsrail yer alır. Yüzölçümü 10.452 km², nüfusu 3.874.050’dir. Halkın yaklaşık yüzde 60’ı Müslüman, yüzde 35’i Hristiyan, yüzde 5’i Dürzidir. Lübnan’ın resmi dili Arapçadır. Aynı zamanda Fransızca, İngilizce ve Ermenice de konuşulmaktadır. Bütün bunlara ilaveten, yaklaşık 2 milyon Suriyeli mülteci bu küçücük topraklarda yaşamaktadır.
Beyrut Lübnan’ın başkentidir ve nüfusu 1,5 milyonun üzerindedir. Beyrut uzun yıllar Ortadoğu’nun ekonomik, fikri ve kültürel merkezi olmuş ve Ortadoğu’nun Paris’i olarak bilinegelmiştir. Ancak 1970’lerde başlayan toplumsal ve siyasal karışıklıklar ve bu yüzden patlayan Lübnan İç Savaşı (1975-1991) sonucu hayatta kalma mücadelesi vermeye başlayan Beyrut, öncü özelliğini uzun süreliğine kaybetmiş; Lübnan’da yaşanan iç savaş nedeniyle ülkeden ciddi bir kaçış yaşanmıştır. Bugün dünyanın çeşitli ülkelerinde 15 milyona yakın Lübnan kökenli insan yaşar.
Lübnan’da Mecliste temsil oranları toplumun etnik-dinî nüfus sayılarına göre belirlenmiştir. Örneğin 1940’larda Fransızların Lübnan’dan çekilmeden önce hazırladığı ve yürürlüğe soktuğu anayasaya göre cumhurbaşkanı Maruni, başbakan Sünni Müslüman, meclis başkanı da Şii Müslüman olarak anayasaya yerleştirilmiştir. Hatırlatmadan edemeyeceğim; halihazırda Lübnan’da yaklaşık olarak 150.000 Ermeni yaşamaktadır ve bunların hepsi’de tehcirden sağ kurtulanların torunlarıdır.
Son günlerde ülkemizde arka arkaya şehit haberleri almaktayız. Şehitlerin hepsine Allahtan rahmet ve ailelerine de başsağlığı ve sabır diliyorum. Ben Lübnan’da doğup o ülkede 18 yıl geçirmiş biri olarak, yurtdışında hazırlanan ve son haftalarda ülkemizde uygulamaya konulan filmi 1970’lerden itibaren Lübnan’da canlı canlı yaşadığımı anlatmıştım. Asırlardan beri Lübnan’da barış ve huzur içerisinde yaşamış olan değişik etnik grupları nasıl birbirine kırdırdıklarını gördüm. Bu paralel yapılar değil miydi, Lübnan İç Savaşının yıllar öncesinden itibaren birçok ses getiren faili meçhul cinayeti işleyen? Lübnan’ın tanınmış Hristiyan ve Müslüman ailelerinin değerli insanlarını öldürtüp suçu birbirlerinin üzerine bıraktırmadılar mı? Lübnan iç savaşının başlamasına ve 350.000 kişinin ölümüne sebep olan kin ve nefret tohumlarını böyle atmadılar mı?
Çocukken Lübnan’da yemeğe gittiğimizde bir masanın etrafında Kürt, Arap, Ermeni, Rum, Yahudi, Çerkez, Osmanlı, Dürzi, Şii, Alevi, Sünni, Hıristiyan, Musevi, Yezidi, bütün arkadaşlarımızla eğlenirdik ve hiçbirimiz diğerinin ne olduğunu, hangi dine mensup olduğunu bilmezdik. Çünkü barış, sevgi, saygı ve tahammül ortamı mevcuttu öncelikle içimizde. Çünkü o dönem öyle yetiştirilmiştik.
Her yerde gördüğüm manzarayı size aktarmak istiyorum. İnsanlar birbirinden nefret eder hale gelmiş. Maalesef daha önce Lübnan’da tanık olduğum bütün senaryolar bir şekilde Türkiye’de yavaş yavaş sahne almaya başlıyor. Bir nefret çığı gittikçe büyüyor. Bu nefret çığının önüne bir an önce set çekmek ve bu topraklarda herkes olarak, köylüsü, şehirlisi, Kürdü, Türkü, Arabı, Çerkezi, Lazı ve Ermenisiyle bu nefret çığının önünde elele vererek durmalıyız. Ülkemizin geleceği olan çocuklarımıza böyle nefret tohumlarını miras bırakmamalıyız. Hiçbirimizin gidecek başka bir vatanı yok.
Babam derdi ki dünyada üç tane bin yıldan fazla devlet tarihi olan ülke var ve bu devletler asla yıkılmaz. Biri Rusya, diğeri Çin, üçüncüsü de Osmanlı, yani mirasçısı Türkiye. Kim ne denemeye çalışırsa çalışsın, bu ülke sapasağlam ayakta kalacaktır.