[7-8 Kasım 2015] Yukarıda, 3 Kasım 1936 ABD başkanlık seçimi sonuçlarının, ertesi günkü, yani 4 Kasım tarihli New York Times’da sekiz sütun üzerinden verilişini görüyorsunuz. “Roosevelt ülkeyi silip süpürdü” diyor; “Seçiciler Kurulundaki [Electoral College] oyu 500’ü aşıyor.” Neden neredeyse seksen yıl önceye ve Atlantik ötesine gittim; anlatacağım. Bizde de 1 Kasım seçimlerinin tartışması dinmedi. Bir, neden böyle oldu? Onu yazdım kendimce (Hak yerini buldu, 2 Kasım; Fair justice, 5 Kasım 2015). Fakat hayrettir; durum bu kadar açıkken Kılıçdaroğlu hâlâ “dünyanın gayrimeşru gördüğü bir rejim”de ve “acaba sandığa hile karıştı mı”larda dolaşıp hık mık etmekten vazgeçemedi. İki, tahminler neden bu kadar yanlış çıktı? Bunu da gene aynı gün, yani 5 Kasım Perşembe akşamının “Açık Görüş”ünde Zeynep Türkoğlu’yla konuştuk. Yarım saate ne kadar sığdıysa tabii.
Sanıyorum, dedim, iki şeyi birbirinden ayırmak lâzım. Anket şirketleri başka; tek tek yorumcular başka. İkinciler çok daha sübjektif. Televizyon kanalları, ister istemez İstanbul’un ünlü birkaç üniversitesinin siyaset bilimi hocalarına başvuruyor: Boğaziçi, Koç, Sabancı vb. Sakın bana en elit yüksek öğrenimimizin tarafsız olduğunu anlatmaya kalkmayın; buraları, ama Atatürkçüleri ve ulusalcılarıyla, ama “tek doğru”cu modernist mühendisleriyle, ama solcuları ve solcularının HDP’ye sarılanlarıyla, AKP karşıtlığının kaleleri. Üstelik, ayrıca değineceğim, birçoğu öğrencileriyle siyasî görüşleri üzerinden ilişki kurmaktan kendini alamayacak kadar kolaycı ve egoist, hattâ narsist olduğu; bütün toylukları içinde gençler de zaten bu tür kahramanlar ve topyekûn hayranlıklar aradığından, kısa zamanda çok sakat pir-mürit ilişkileri oluşuyor. Bunun düzelmesi çok zor; daha en az on, belki yirmi yıl sürer. Geçelim. Bireysel bazda, öğretim üyelerinin pek azı Koray Çalışkan gibi kendini sürekli lunaparkta zanneden, bilimsel vicdan ve sorumluluktan uzak, “olaydan önce palavracı olaydan sonra mızıkçı” şımarık çocuk havalarında. Çoğu ciddi ve terbiyeli; mesleğinin vekarına sahip. Ama gene de alttan alta CHP’li, hem de biraz neo-con tarzı CHP’li ve maalesef kendi özlemlerini bilimine karıştırmadan edemiyor. Hemen her alt konuyu orasından burasından kâh doğrudan CHP’ye, kâh (AKP’ye düşman olduğu için ve CHP’ye yâr olur umuduyla) HDP’ye yontmaktan kaçınamıyor. Ve ne kadar ampirik, kantitatif çalışırlarsa çalışsınlar, 2002’den bu yana hemen bütün tahlil ve tahminleri yanlış çıkmaya devam ediyor.
Anketçilere gelince, onlar çok daha profesyonel. Bu alanda, ekran ve mikrofon karşısına geçip sallamaya yer yok; objektivist olmak zorundalar, zira hayatlarını tahminlerinin olabildiğince doğru çıkmasından kazanıyorlar. 2002’den sonra genellikle doğru çıktılar da. Bazıları neredeyse noktası virgülüne kadar tuttu-tutturdu. Bir tek bu son seçimde çok sapma gösterdiler. Bu konuda Etyen Mahcupyan’ın son birkaç yazısında üstüne basa basa ifade ettiği tahlil benim için de anlamlı. Seçmenin yüzde 70 kadarı, diyor Mahcupyan, kimlik siyasetinin sınırları içinde kalıyor ve dolayısıyla hep aynı partiye oy veriyor. Yüzde 30 kadar ise esnek ve oynak; daha çok performansa bakıyor. Bu kesim kültürel açıdan daha çok (dindar Kürtler dahil) muhafazakâr kanatta yer aldığı için de bu, özellikle AKP’nin performansına bakmak anlamına geliyor. AK Parti kendilerince yanlış yapıyorsa uzaklaşıyor, doğru yapıyorsa geri dönüyorlar. Dolayısıyla örneklemlerde bu yüzde 30’u iyi ölçmek önem kazanıyor. Fakat işte burada, Mahcupyan’a göre bir sübjektivite boyutu devreye girmiş olabilir. Beş aydır AKP’nin her yönden topa tutulduğu; 7 Haziran’daki inişinin, tersine dönmek şöyle dursun, hızlanarak devam edeceğinin konuşulduğu ortamda (ortamlarda mı demeli?), aksi olasılığı hesaba katabilmek özel bir duyarlılık gerektiriyor. İşte bu da, anket şirketlerinin, çok daha ince biçimlerde ve daha dar sınırlar içinde de olsa, en kötü örneğini Koray Çalışkan’larda bulan “mahalle” önyargılarına yaklaştığı noktayı ifade ediyor.
Bu “mahalle” kavramı ve sendromu çok ilginç gerçekten; anlıyorum ki insanların hangi çevrelerde dolaştığı, ne tür açılış ve resepsiyonlarda boy gösterdiği, akşamları kimlerle buluştuğu, oturup rakı içtiği ve sohbet ettiği, benim yıllar boyu sandığımdan çok ama çok büyük önem taşıyor. Hele, Gürbüz Özaltınlı’nın dikkat çektiği gibi, eğrisi ve doğrusuyla kitlelere yönelik herhangi bir siyasî faaliyet kalmamışsa, geyik muhabbeti hemen tek belirleyici olup çıkıyor. Faraza Asmalımescit’in herhangi bir meyhanesinde, ansızın bütün masalar “şerefine Tayyip” diye tempo tutarak kadeh kaldırırsa, ânında müthiş mutlu olup bütün dünyayı kendinizi “doğru”lattığınız o elli altmış kişiden ibaret sanabiliyorsunuz. Bu da gün be gün kendi izolasyonunuzu, gettolaşmanızı derinleştirip daha büyük yanılgıların kapısını aralıyor. (Tersten söyleyeyim; birazcık dürüstseniz, doğru bildiğinizi söylemek “herkesçe” sevilmekten vazgeçmeyi ve bu “mahalle”den dışlanmayı göze almayı gerektiriyor.)
Bir tek örnekle yetineceğim, 5 Kasım akşamı da değindiğim (ama bazı detaylarını yanlış hatırladığım). İstatistik kitaplarında klasik bir vaka diye geçiyor olmalı (ben bir zamanlar öyle okudum). 1932 değil, 1936 yılının ABD başkanlık seçimleri. Demokrat Parti adayı, ikinci defa seçilmeye çalışan FDR (Franklin Delano Roosevelt). Cumhuriyetçilerin adayı Alf Landon. Literary Digest diye saygın bir dergi var, 1890’da kurulmuş. Bir bakıma, kamuoyu yoklamalarının mucidi sayılabilir. Yabana atmayalım; 1916, 1920, 1924, 1928 ve 1932 seçimlerini hep doğru tahmin ediyor. Günümüzün çok sorulu, hedef kitleyi her yönden kuşatan bilimsel anketlerini pek andırmıyor yaptığı. Herşeyi gayri resmî bir oylama gibi düzenliyor; derginin içinde oy pusulasına benzetilmiş bir kartpostal veriyor ve okuyucularından doldurup geri yollamalarını istiyor. Ya da telefon rehberini açıp tek tek soruyor ve kaydediyor. 1936’da da bu yolla, az değil, iki milyon kişiye ulaşıyor. Sonra da asıl seçimden üç gün önce, 31 Ekim 1936 Cumartesi günü kendi “seçim”inin fiyakalı manşetini atıyor: Landon 1,293,669; Roosevelt 972,897. Buradan hareketle, Landon’a yüzde 57 ve 538 kişilik Seçiciler Kurulu’nda yaklaşık 370 oy veriyor. Sonra Cumhuriyetçiler açısından acı gerçek çıkageliyor: Amerikan tarihinin iki en farklı seçiminden biri. Roosevelt 27,747,636 ve yüzde 60.8; Landon 16,679,543 ve yüzde 36.5. Roosevelt 46 eyaleti, Landon ise sadece 2 eyaleti alabiliyor. Seçiciler Kurulu’ndaki durum ise, 523’e 8 oyla, tam bir fecaati andırıyor.
Peki, sorun ne? Sorun örneklemde. Büyük Bunalım sekiz yıldır sürmekte; işsizlik ve düşük ücretler Amerikan nüfusunun büyük bölümüne kan ağlatıyor. Literary Digest’in ulaştığı iki milyonluk kesim ise dergi abone ve alıcıları, araba ve telefon sahipleri. Yani tuzu hayli kuru bir azınlık. Onlar FDR’nin Keynesyen, görece halk dostu New Deal programına “kızıllar geliyor” fobisi içinde bakıp, klasik liberal laissez-faire’cilikleri, dünya yıkılsa piyasaya müdahale edilemezcilikleri içinde Cumhuriyetçilere sarılıyor. Literary Digest’in hemen hiç ulaşmadığı yoksullar ise gidip oylarını toptan Roosevelt’e veriyor. Ortaya bu hezimet çıkıyor.
Sosyal bilimler tarihinde iyi bilinen bu öyküyü, anket şirketlerine hitaben doğru anket nasıl yapılır diye hatırlatmadım; yanlış anlaşılmasın. Kavanozda yaşamayı sürdüren anti-AKP’ci sol-liberal aydınlara hitaben aktardım. Zira onlar da 1936’nın Literary Digest’inin “dergi aboneleri, araba ve otomobil sahipleri” örnekleminin muadili “mahalle”lerinden çıkamıyor. Fakat hiç olmazsa Literary Digest dükkânı kapatıp susmayı bilmiş; ertesi yıl yayınına son vermiş. Bizimkiler onu da yapamıyor.