80’li yılların Malatya’sında neredeyse tamamı alevilerden oluşan bir kenar mahalle İlkokul’una gidiyordum. Okulun bulunduğu yer o kadar kenardı ki memur çocuğu olmak büyük ayrıcalıktı. Lastik ayakkabı dışında bir ayakkabıya sahip olmak da. Sınıfın duvarlarında mesleklerle ilgili bir panoyu hep hatırlarım. En çok serbest meslek kısmına çarpı konulurdu. Bu serbest mesleğin içerisinde neler yoktu ki? At arabacılığı, hurdacılık, kalaycılık, bakkal, kayısıcılık… Okulun hemen karşısında iki katlı evin önündeki at arabası kafamdaki kalıcı resimlerden biri olmuştur hep. Atlara koşulmayı bekleyen, ortası demir, üstü lastik tahta tekerlekleriyle bütün bir ailenin geçim aracı araba, ne çok boş beklerdi. At arabası tekerleklerinin, Arnavut kaldırımlı sokaklardan geçerken nal sesleriyle karışık çıkardığı seslerinin garip melodisi hâlâ kulaklarımdadır. Sonraları, araçların artık kullanılamaz derecede aşınmış, ‘çıkma’ lastikleri tahta tekerleklerin yerini alacaktır.
Şimdi dönüp bakınca, semtin kendisi gibi yapılan işler, insanların giyim kuşamı, yaşanan hayat da bütünüyle bir kıyıda köşede kalmışlık halinin göstergeleri gibiydi. Alevi ne? Sünni kim? hiç farkında olmaz, hep birden top peşinde koşarken aynileşen hallerimizle kenarda kalmışlığın unutulmuşluğunda kendi kendimize coşku dolu dünyalara kurardık. Artık lastik ayakkabı giymekten bunalan bir arkadaşımla anlaşmıştık. Sabah okula gelince ben ayakkabımı ona verir onunkileri giyerdim. Lastik ayakkabılar bana göre futbol için tasarlanmış özel ayakkabılardı. Anadolu köylerinde yaygın olarak kullanılan ve bir tür çarık gibi görünen bu ayakkabılar, ayağın her türlü bilek hareketine imkan vermesi bakımından futbol için fazlasıyla elverişliydi.
Bu sayede ayakkaplarımız kolay eskimez, zaten kırılgan olan aile bütçesi daha fazla zarar görmezdi. Arkadaşım içinse günübirlik bir sevince neden olurdu sanırım. Nasıl çocuksu ve güzel bir sevinç kaynağı hem de… Ta ki öğretmenimizin fark edip kızmasına kadar böyle her gün sürmüştü. Niye ve neye kızdığını da çok sonraları epeyce düşünmüşümdür. Çünkü olası sağlık sorunlarından daha çok beni korumak istemişti nedense. Öğretmenimiz de alevi miydi acaba? Bu yüzden mi o okulda uzun yıllar kalmıştı? İlk olarak kendinden olmayanı mı korumaya almıştı? Alevilere de pek benzemiyordu aslında. İşi vardı, eşi de çalışıyordu, halleri vakitleri yerinde duruyordu, evinde kurabiyeler olurdu..Proust’un Madeleine kurabiyelerimdir bunlar benim.
Kayısı bahçelerinde kaybolduğumuzu, çakıl taşlı alanlarda 3 saat kesintisiz futbol oynadığımızı hatırlıyorum bir de bolca. Onyıllar sonra Alevi olduklarını anladığım arkadaşlarımın cömert ve içten evlerine ne kadar çok konuk olduğumu, zamanı durdurmuşçasına hep düşünceli düşünceli otururken gördüğüm Kalender Dayı’nın bıyıklarını ve bir ilkokul çocuğunun yardım almadan çekemeyeceği tesbihini. Ve Yakup Kadri’yle ilk tanışmamı.
Eski mi eski berber dükkanında Kalender Dayıvari yaşlı berberin devlet dairelerinde hep olan türden demir ayaklı sandalyelerinin üzerinde duran bir kitaptan nedense çok etkilenmiştim. Adıydı galiba bu kadar etkileyen: Yaban. Kapağı da kopmuştu galiba, Yaban diye koyu siyah bir yazıdan gözlerimi alamamıştım. Cesaret edip bakma izni de. Ne demekti ki yaban? Hem çok tanıdık hem de bilmediğim bir kelimeydi. Hem bizden hem değildi. Oralarda berber de dahil olmak üzere herkes çok ciddiydi. Esaslı adamlardı. Müşfik ve sevecendiler ama hayatın zorlu şartları ciddiye alınmadığında insanı fazlasıyla hırpalayıcıydı. Yıllar sonra bile Yaban’ın orada neden durduğunu anlamaya çalıştım. Acaba Yakup Kadri de mi aleviydi ve sırf bu yüzden oralarda ayrı bir yere mi sahipti? Yoksa, bizim aksi berber perde arkasında kitapkurdu bir bilge miydi? Yoksa, öğrencinin biri bilmeden öylesine almış ve orda öylece unutumu vermişti?
Gerçek anlamda ilk karşılaştığım kitap Yaban’dır bu yüzden. İlkokul üç ya da dörttü sanırım. Yakup Kadri’den kendimi alamayışım, Türkçe’sine hayran kalışım, Bir Sürgün’ü Türk Edebiyatı’nın en önemli eserlerinden sayışım hep bu yüzdendir belki de. Geniş avlulu, havuzlu bahçeli evlerin içlerindeki dinginliği, Alevilerle Sünnileri ayıran sınırdaki Caminin avlusundaki salkım söğütü ve saatlerce top oynadıktan sonra salkımsöğüt altındaki musluklardan kana kana su içişlerimizi unutmak zor. Sınır derken, bizim evimizin de bulunduğu Caminin altı tarafı Sünni üst kısmıysa Alevi bölgesi denirdi. Aslında başka bir ilkokula gitmemiz gerekirken babam okul müdürüne kızıp bizim tarafça neredeyse hiç tercih edilmeyen okula kaydettirmişti.
Derken okulun sonları..Anadolu Lisesi ve parasız yatılı sınavlarına hazırlık dönemi..Okulun tarihinde Anadolu Lisesi sınavını ilk kazanan kişi bizim evden çıkmıştı ve ikinci kişi olma baskısıyla futbol sahası arasında ciddi bir bocalama başlamıştı. Sınava hazırlık için Ağbimin, sonradan, yetiştirdiği öğrencilerden daha meşhur olan öğretmeni Muzaffer Selçuk’un oluşturduğu özel sınıfı çok sıkıcı bulup kaçışlarımız da epeyce çocuksuydu. Muzaffer Selçuk’un yüzümde patlayan tokadından daha çok patlayan toplarımızın acı verdiği zamanlardı… Hepsi neşe dolu bir masalın renkli sayfaları gibi havada asılı kaldı sanki.
Böylesi bir atmosferden sonra kendimi bir anda Malatya Anadolu Lisesi’nin sıralarında buluverdim. Eski okulumdan kimse gelmemişti benimle. Birçoğu ilkokuldan sonra okumazdı da zaten. Bekleyen işleri vardı. Devlet işlerine dair hayalleri olan hiç kimse olmazdı. Memur, öğretmen, asker, polis, savci-hakim olmak benim de aklımda yoktu ama hiç değilse hayal ettiğim şeyler olabiliyordu. Alevi çocuklarının bu türden meslekleri hayal ettiklerini bile pek sanmıyorum. Okul basit bir formaliteydi galiba onlar için. Asıl okul, insanın kendi içindeydi belki de. Kalender Dayı’ya bütün bu türden soruları sorabilirdiniz ve eğer ki kızgın bir gününde değilse bilgece cevaplar alabilirdiniz. Onun okul yollarında anlattığı kısa hikâyelerin derin bir insan felsefesi taşıdığını da çok sonra anladım. Onların okulu bu değildi besbelli.
Her neyse, sınavı zor da olsa kazanmış, kenar mahalleden şehrin ²seçkinleri² arasına girivermiştim. Tanıdık eş-dost herkes benden bahsediyordu sanırım. Bu bir çocukluk abartısı mı bilemiyorum ama Anadolu Lisesi’ni kazanmak çok önemsenirdi. Orayı bitirince nerede işe başlayacağımı soranlar bile oluyordu mesela. Ben de önemsemem gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Artık lastik ayakkabılar, at arabaları, köhnemiş berber dükkanları, teneffüslerde leblebi tozu yemeler, patlayan toplar ve Kalender Dayı yoktu. Başka türlü çocuklar, İngiltere’den yeni dönmüş hocalar vardı… Bir de tabii ceketimizin sol üst cebine diktirdiğimiz okulun amblemi… Bir bizim okul amblem kullanırdı formalarında, bir de sanırım Fen Lisesi.
Roy’lu Carol’lu dersler hatırlıyorum bolca. Big Ben saat kulesi, Broadway müzikalleri, İngiliz kurabiyeleri..Başka bir dünyanın içine giriyorduk belli ki. Yüzümüzü Batı’ya dönüyorduk. Bunun idrakinde olan ve kayıp gitmememize çalışan hocalarımız da yok değildi tabiki, kendi değerlerimizden, dinimizin güzelliklerinden bahseden..Başımıza gelen her şeyin Batılılar’ın ya da Yahudiler’in oyunları olduğunu söyleyen hocalarımız olurdu. Evdeki halılarda ve her şeyde gizli bir yerlere haçlar yerleştirildiğini söyleyen hocalarımız.. Şimdiki ‘Öteki Gündem’ türü programların ilki bizim Anadolu Lisesi’nin Vatandaşlık Bilgisi dersleridir, denebilir. Evdeki halılarda haç aradığım ve sayısız kere bulduğum olurdu. Kilimlere de aynı şeyi yapıyorlardı galiba. Malatya’nın kenar mahallelerinde hocalar asla yanlış bir şey söylemez ve yanılmazlardı.. (Bugünkü ‘üst akıl’lı açıklamaları anlamak için ta buralara kadar gitmek gerekebilir yani). İngilizce derslerinde ²Good Morning Teacher²’lı Almanca derslerinde ²Guten Tag²lı selamlaşmalarımıza dur diyen din kültürü öğretmeni ²Selamun Aleyküm²le sınıfa girerdi. Hep bir ağızdan ²Aleyküm Selam² demek ²Good Morning Teacher²’dan sonra garipsenir, gülüşmelere neden olurdu. Bir arkadaşım İmam Hatip’te de tam tersinin garipsendiğini söylemişti.
Evet, etrafımda bolca İmam-Hatipli vardı. Bizim oraların Sünni çocuklarının neredeyse tamamı İmam-Hatip’e giderlerdi. Daha dindar ailelerin, eğitim başarısı dönemin kriterlerine göre daha düşük olan çocuklarıydı bunlar. Bizim ilkokulu neredeyse dinden çıkaran bir yer gibi görürlerdi. Mutlaka Tekvando’ya da giderlerdi (Mahallede tekvanyo gitmeyeni dövüyorlardı.) Hepsinin sarılı-yeşilli kuşakları vardı, sokak aralarında öğrendikleri teknikleri çalışırlardı. Biz izlerdik sadece çünkü bizim anadolu lisesinin resmi sporu basketboldu. Canım futbol bile gölgede kalmıştı. İmam-Hatipliler’in dövüş sporlarında ayrı bir başarısı vardı galiba. Dindarlıkla dövüşmek arasında hep bir ilgi kurmuşumdur. Gerektiğinde dövüşmenin yüceliğinden bahsedilirdi. Afgan mücahitleri o küçücük evlerde büyük birer kahramanlık hikâyesiydi.
Bayram ziyaretlerinde İngilizce eğitim veren okulların bu ülkeye yaptığı büyük kötülükler sohbet konusu olurdu. Bir taşra şehrinin kenar bir mahallesi için fazlaca hararetli bir politik heyecandan bahsetmek gerekir. Biz tam o sıralar yeni bir kararla Fen Bilgisi ve Matematik gibi eskiden Türkçe olan dersleri de İngilizce işlemeye başlamıştık ve tek yapabildiğimiz Fen Bilgisi kitabının ne demek istediğini anlamaya çalışmaktı. Cümleyi anlayabildiğimizde konuyu da anlamış kabul ederdik. Bu İslamcı abiler sanırız haklılardı. Biz yabancılaştırıcı bir eğitim modeline dahil olmuştuk, zaten ilkokulu da ‘Alevi okulu’nda okumuştuk, güzelim Türkçe’nin sıcaklığından ve kendi değerlerimizin yaşatıcı gücünden mahrumduk. Yeterince derinleşmemiz ve dini değerlerle yeterince uyumlu bir hayat sürmemiz –iflah olmamız- kolay değildi. İçinde yaşadığımız muhitle yanıbaşındaki alevilerin dünyaları arasında ne büyük farklar vardı? Onlar ne kadar kaderine razı, ne kadar mazlum, kıyıda köşede kalmışsa bizimkiler de o kadar hırslı, kızgın ve kıyıda köşede kalmamaktan yanaydı. Bizse iki tarafa da ait değildik. Her yerde kalabilirdik. Bizim için aslında ne İmam-Hatip ne de Anadolu Lisesi doğru yerdi. Üçüncü bir taraf daha olmalıydı bize göre ama bu üçüncü tarafı neredeyse hiç bulamadık. Biraz da bu yüzden hiç taraf olmadık. Sanırım biraz da bu yüzden varoluşumuzu bulmak yerine arayış üzerine kurduk.
Kayıp gitmememiz için bütün bir mahalleli İmam-Hatipliler çok çaba sarfederlerdi. Onlar, bizim mahalleden ağbilerimizdi ve etkileri kendi ağbilerimizden hiç de farklı değildi. Takımı onlar kurar, nerede oynayacağımızı onlar söyler, dayak yediğimizde yardıma ilk onlar koşardı. Dolayısıyla söyledikleri önemliydi. Malatya’nın kenar semtlerinde büyüklerin sözleri çok kıymetlidir ve onların dedikleri hayatımız boyunca üzerimizde taşıyacağımız bir muska gibi bizi koruyucu şeyler gibi gelir. Ne var ki okul yollarında karşılaştığımız İmam-Hatipliler’in halleri ve tavırları bize anlatılanlara pek benzemezdi.
Ben onlara göre ilkokulu bir alevi okulunda, ortaokulu da Batıdan Batılı bir okulda okuyan ve yabancılaşmaması düşünülemez biriydim ama asıl gariplikler onlardaydı. Bize çok sataşırlardı. Bizimle bir dertleri olduğu çok belliydi ve biz bunun nedenini anlayamazdık. Kızlı erkekli geliş gidişlerimize, gri pantolonlu-lacivert ceketli armalı hallerimizden nedense orantısız derecede rahatsız olurlardı ve işi tam bir serseriliğe vururlardı. ²Ne çıkarsa İmam-Hatip’ten çıkar² diye bir laf vardı şehirde. Okulun verdiği eğitimle elde edilen çıktı arasındaki öngörülemezlik oranı en yüksek olan okul, İmam-Hatip’ti. Anadolu Lisesi’nden sonra ne olunacağı demek o kadar belliydi ki ²bitirince ne olunuyor² diye bir soru sorulabiliyor, bunun bilindiği sanılıyordu. İmam-Hatip’se ²ne çıkarsa bahtına bir yer² olarak hafızamda kalmış..Anılar, anılar..
Sonraları, Reşat Nuri, Halide Edip, Yakup kadri, Refik Halit, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Tarık Buğra, Cemil Meriç gibi yazarlar –hatta Falih Rıfkı- okumaya iyice bağlanınca ne İmam Hatip ne de Anadolu Lisesi’nin gerçek anlamda benliğimizin bir yansıması olduğunu hissettim hep. İmam Hatipliler’in bu gibi yazarları okuduklarını pek sanmıyorum. Konuşmalarımızda hiç geçmezdi. Seyyid Kutup, Ali Şeriati okumaya başlamışlar mıydı onu da net hatırlamıyorum. Yalnız dini metinlerle temas etmekten duydukları bir büyüklenmeye sahip olduklarını hatırlıyorum. Bize okuduğumuz şeylerin ²boş² olduğunu hissettirmeye çalışan bir üstten tavırları vardı. Nedense kendilerinden çok bizim yetişmemizle ilgili gibiydiler. İnsan elinden çıkma her şey gibi okuduğumuz kitapların öyle ya da böyle ²Batılı² ve ²batıl² olduğu telkininde bulunurlardı. Kendilerini değersiz hissettikleri ölçüde insan elinden olan her şeyi değersiz görmek gibi bir hastalığa kapılmışlardı. (Bu düşüncem yıllar sonra da değişmeden kalmıştır.) Dünyanın gidişini değiştirmek istiyorlardı evet ama nasıl? Ne ile? Nasıl yapacaklardı? Bunun için güçlü olmak istiyorlardı ve kavgaya hazırlanıyorlardı. Bunun ancak kuvvetle mümkün olduğunu göstermeye çalışıyorlardı. Bu yolda, derin düşünce ve felsefe onlar için yoldan çıkarıcı bir kafa karışıklığıydı. Benim içinse bu okullar ve buralardan tanıdığım çocuklar hep felsefesizlikle malullerdi. Dünyayı etkileyecek türden bir derin düşünceye ulaşacaklarmış gibi gelmezlerdi.
Şunu rahatlıkla söyleyebilrim ki bu iki okulun her ikisi de birbirinin tersi ve yüzüydü. İkisi de ‘yaban’dı. Her ikisi de aslında üzerine uzun uzun düşünülmüş, felsefi bir temel üzerinde inşa edilmiş yerler değildi. Bu okullar bilgi ve felsefe vermekten, meslek kazandırmaktan önce birer kimlik kazandırırdı ve siz bu kimliğinizi ömür boyu ceketinizin sol üst cebinde taşırdınız. Tek fark kimliklerden biri, kapıları yerine göre çok daha kolay açarken öteki daha zor açıyordu. Buna bağlı olarak da farklı statüleriniz oluyordu, o kadar. Ne var ki gerçek değildi bütün bunlar.
Her iki tarafın yetiştirdikleri de aslında birer ²yaban²dı. Üçüncü bir yol daha olmalıydı. Her iki tarafın çelişkilerini yaşamayacağımız, dinle ve dünyayla aynı anda barışık olabileceğimiz, çelişkilerimizden arınabileceğimiz, hayatı daha derinlikli yaşayabileceğimiz, bizdeki öfkeyi değil sevgiyi çoğaltabileceğimiz, insanı daha değerli görebileceğimiz, benliğimizi anlayabileceğimiz bir üçüncü yol… Varsa yoksa ruhsuz, tatmin vermekten uzak, öfkeli ve şekli, materyalist bir dini bakış ya da uçuk bir Batıcı reddedişle kendimizden geçme haliydi karşılaştığımız. Ne zor yıllardı. Nasıl bir yolunu bulamamışlık bunalması ve taşra sıkıntısı içimizi kaplamıştı.
Geçenlerde kamuda çalışan bir arkadaşım ²İmam-Hatipli² olmanın artık ne denli öne çıkaran –kapıları kolayca açan mı demeli- bir kariyer vadettiğini uzun uzun anlatınca düşündüm bütün bunları. Sıtmapınarı durağında ininceye kadarki kısa sürede hemen her hallerine tanık olduğumuz İmam-Hatipliler’in, o bizi bir kaşık suda boğmak isteyen, öfkeli ve hınçlı, aynı zamanda dövüş sporlarında iyi İmam-Hatipliler’in birgün ülkeyi yöneteceklerini, her kapıdan kolayca girebileceklerini düşünmezdik. Zira hiç göstermiyorlardı. İmam-Hatip’e gitmek çoğunlukla kazanılamayan sınavlardan sonra yapılan bir tercihti. Onlar daha çok o yıllarda salgın gibi yayılan atari salonlarının dövüş oyunlarında iyi gibiydiler. Hal böyle olunca bir ortaokul çocuğu için idol de Afgan dağlarındaki mücahitler olabiliyordu ve bu garip karşılanmıyordu.
İmam-Hatipliler’in ethosunda hep bir karşı olma ve hayatın akışına karşı radikal bir tavır alma vardı. Bu tavır, gideceği yönü tam olarak tayin edememe haliyle birleşirdi. Bizim taraftaysa tam aksine gereksiz bir netlikle gideceği yönü bilme ve hayatın akışına kendini kendini bırakma hali. Kısacası, İmam-Hatipler Doğu’yu Anadolu Liseleri ise tam anlamıyla Batı’yı temsil ediyordu. Her iki okul da aslında felsefi bir bakışa sahipmiş gibi görünseler de toplumsal gidişin kendiliğinden doğurduğu ‘sapmalar’dı. Temellerinde Kalender Dayı’nınki kadar bir bilgelik ve ruh var mıydı tartışılır. İmam Hatip savunucuları, ama Celal Hoca bu okulları kurarken bu ruha sahipti diyeceklerdir belki ve bu doğrudur da ama kurumsal olarak bu ruhun gerekli mayalanmayı sağladığını söylemek hayli zor.
Bunca iştahlı yatırıma ve heyecanlı çabalara rağmen birilerinin çıkıp söylemesi gerekiyor ki mesele İmam Hatipli olmak ya da olmamakta değil. Mesele kendimize giden yolda içimizdeki okulu kurabilmekte. Mesele Kalender Dayılar’ın bilgeliğinden süzülüp gelen bir Anadolu derinliğini öğretim yoluyla kuşaktan kuşağa aktarabilmekte. Gereksiz karşıtlıklardan, öfkeli radikal bakışlardan uzakta bilimin sonsuzluğa uzanan bir arayış olduğunu bilen bir anlayışa kavuşabilmekte. Doğuyla batıyı içsel bir tecrübeyle yaşatabilmekte. Kendimiz olamamışlığımızdan kurtulabilmekte. İnsanı değerli kılabilmekte. Memleketin dertlerini üzerinde hisseden, ilk rüzgarla savrulup gitmeyen, hakikatten başka şeyin önünde eğilmeyen memleket çocukları yetiştirebilmekte. Siyaseti gerçek bir siyasal toplumun fikri olgunluğa giden yoldaki aracı haline getirebilmekte. Değilse dönüp bakınca en iyisini ilkokul sıralarındaki alevi arkadaşlarım yaptılar galiba. Hiç değilse kadim anadolu bilgeliğinin gölgesinden hiç çıkmadan kaldılar.