Bir WhatsApp grubundayız. Dünyanın dört bir yanında, ama en çok İzmir, İstanbul ve Ankara’da yaşayan, 35 yıl kadar önce okul arkadaşı olan, yaşları 50 civarındaki kadınlardan oluşan bir grup. Eski anılar, fotoğraflar, bazen aramızdan birinin yaptığı güzel işler, bayram kutlamaları, nadiren de kısıtlı bir çerçevede siyasi konular hakkında yazışmalar yapılıyor. Siyaset söz konusu olunca, büyük bir ağırlıkla “ne olursa olsun” elleri CHP’den başka bir partiye oy vermeye gitmeyen İzmir kökenli kadınlar…
İşte böyle bir grupta geçen hafta halen İzmir’de yaşayanlar belediye hizmetlerinin aksamasından bahsetmeye başladı. “Çöpler toplanmıyor, belediye taleplerimizi dikkate almıyor, öncelikler iyi belirlenemiyor…” Tunç Soyer ve ilçe belediye başkanları hakkında hayâl kırıklıkları… Koroya İstanbul’da yaşayanlar da büyük bir hevesle katıldı. Onlar da göğüslerini gere gere oy vermiş oldukları Ekrem İmamoğlu ve bazı ilçe belediye başkanları hakkındaki hayâl kırıklıklarından bahsediyor.
Ankara’da yaşayanlar ise net olarak çok memnunlar. Grubun genel eğilimine aykırı olarak ülkücü kökenli bir belediye başkanı olmasına rağmen Mansur Yavaş’ın içlerinde güven duyguları oluşturduğunu, yaptığı hemen hemen her şeyi desteklediklerini, kendisine karşı “kalbî” hisler beslediklerini rahatça ifade ediyorlar.
Piar Araştırma tarafından geçtiğimiz hafta açıklanan büyükşehir belediyelerine ilişkin anketin sonuçlarıyla paralel sayılabilecek yazışmalar yapılıyor. Hatırlarsınız, Mansur Yavaş yüzde 73.2 oranla açık ara en çok beğenilen büyükşehir belediye başkanı olurken, Ekrem İmamoğlu yüzde 57.2 oranla beşinci, Tunç Soyer ise yüzde 55.8 ile sekizinci oldu.
Ankara’da yaşayan İzmirlilerden biri, bakış açısına ve olan biteni ele alış tarzına bayıldığım bir arkadaşım. Herhangi bir konuda o bir şeyler anlatsın, ben dinliyeyim yani, o derece. Gruptaki belediyecilik hakkındaki yazışmaların devamında, bana, bu sefer “özel”den, hiçbir kelimesini çıkarmaya kıyamayacağım şu ifadelerle, Ankaralıların Mansur Yavaş’la ilgili hislerini anlattı:
“Mansur Yavaş seçimleri kazanınca öyle böyle sevinmedik biz. Delirecek gibi olduk sevinçten Ankaracak…Yani bir İzmirlinin ya da bir İstanbullunun bizi anlamasına, inan, imkân yok. Empati kuramazsınız, yaşayan bilir. Empati kuramadığınızdan değil, siz bizim çektiğimizin onda birini çekmediğiniz için bilemezsiniz.
Ben İzmir’den buraya taşındığımda yıl 1995’ti. Bir yıl önce 1994’te göreve başlamıştı Gökçek. Ben o yıllarda kendisini sadece, basında yer alan -hani heykeltraş Mehmet Aksoy’un “Periler Ülkesinde” isimli heykelini müstehcen bularak Anıtpark’tan kaldırtıp söylediği- “Ben böyle sanatın içine tükürürüm.” demeciyle tanıyordum.
Ankara’ya ilk geldiğimde evimden iş yerime giderken Yüksel Caddesindeki o ünlü “Oturan teyze heykeli”, “Ayakta duran amca heykeli” ve Yüksel Caddesi ile Konur Sokakın köşesindeki “İnsan Hakları Anıtı” gibi şahane örneklerin arasından geçiyordum. O yıllar çok güzel yıllarmış meğer. Sonra Gökçek içine tüküreceğini söylediği sanatın yerine başka bir sanat anlayışı yerleştirdi Ankara’ya… Neşe içinde top oynarken annesi tarafından çağrılan ve zorla atlet değiştirilmeye çalışılan oğlan çocukları gibi debelendik yenisini giymemek için… Ama olmadı…
Hangi örnekten başlasam bilemedim. Önce logo değişti, o güzelim Hitit Güneşi gitti. Semboloji, Gökçek “stayla” sanat türünde önemli bir yer tuttuğundan zahir, minareli ve Atakule AVM’li bir logo getirdi. Yeni logo mahkemeden dönünce, Gökçek eski logodaki yıldız sayısını üçten beşe çıkarıp gene kullandı. O da mahkemelik olunca, gülen kedi logosunu piyasaya sürdü. Onun da mahkemelik olmasıyla, kedilerin bıyık sayısını azalttı. Bıyıklı kedi de davalık oldu ama artık gerisini takip edecek mecal kalmadı biz Ankaralılarda.
Logo değişikliği olarak kalsa yine ses etmezdik de, yolda yürürken birden karşına Seymen kıyafeti giymiş devasa bir “laylom” kedi (inan naylon diyemiyorum, biraz daha düşük kalitede bir materyalden yapıldığını sandığım için laylom diyebiliyorum) çıkınca ödü bir miktar kopuyor insanın yani. Nerede, neyle karşılacağımızı bilmeden yaşar olduk şehirde.
Neler görmedi ki bu gözler! Sen sürrealin resmini yapabilir misin Abidin?!!! Bak, Gökçek yaptı… “En büyük eseri” olarak gördüğü “Prestij Projesi” AnkaPark için Çin’den satın aldığı Robocop heykelini Atatürk Orman Çiftliği kavşağına dikiverdi bir günde.
Ankara’nın 5 tarafına 5 şehre giriş kapısı inşa etti. “Osmanlı ve Selçuk dönemini yansıtan” dediler ama bir görsen, sadece bu iki dönemi yansıtmadığını, geçmişten gelip bizi bambaşka bir distopyaya taşıdığını anlarsın. Gökçek’in diğer pek çok projesi gibi “anlatılmaz yaşanır” sanat örnekleri bunlar. Cumhuriyetin başkenti Ankaramızda başımızı robocop’tan, transformers’tan ve dinazorlardan alamaz olduk. Tepe sersemi etti bizi belediye başkanımız. Mesela, işimize yetişeceğiz, Kızılay’a, Güvenpark’a iniyoruz. Tek derdimiz kalkmak üzere olan bir dolmuş bulmak, hooop köşeyi dönüyoruz, bir de ne görelim, Tyrannosaurus’un teki ilerden kafayı uzatmış bize bakıyor. Diğer kavşakta Allosauruslar var. Güvenpark diye evden çıkıyoruz, kendimizi Jurassic parkta buluyoruz.
Kızılay’daki belediye ek binasının önüne 2 tane kedi heykeli kondurttu, evlere şenlik. Ben bir ara o tarafa bakmadan sağa baka baka geçiyordum önünden, psikolojim bozulmasın diye. “Ankara’nın ruh hastası kedileri” diye arat google’da, hemen çıkar, görürsün nasıl bir şeyi anlatmaya çalıştığımı.
Trafiği rahatlatmak için de çok şey yaptı, hakkını yemeyelim!!! Bir sürü alt geçit yaptı şehrimize. Kimilerine kaç günde yaptığı unutulmasın diye “70 Gün Geçidi” gibi isimler koydu. “Battı çıktı” da denir bu türden alt geçitlere, ama Ankaradakilere batınca kolay çıkılamadı yağmur yağdığında. Dalgıçla çıkardılar bazılarını, bazıları da “kendi imkanları”yla yüze yüze çıktılar.
Laf lafı açmışken, duramıyor insan… Sonra saat kuleleri vardı mesela, şehrin değişik yerlerine 52 tane saat kulesi kondurdu bir ara. Birbirine tarz olarak da benzemeyen 52 tane kule. Bir ara içlerinden bir şeyler çıkacak diye korktuk. Sürprizlerine doyamazdık çünkü Gökçek’in biz. Haa, Genelkurmay Kavşağında -Atatürk’ün Ankara’ya giriş noktasıdır orası- bir gecede 4 tane kol saatinden oluşan bir heykel belirdi mesela. Ben ilk defa gördüğümde ağlamıştım, çok iyi hatırlıyorum. Gerçekten ağladım… Hani Hollywood filmlerinde olur ya, aktör dizlerinin üzerine yığılır ve “Why God! Why meeee!” (Neden Tanrım! Neden ben?) diye bağırır. İşte bize o duyguyu yaşattılar yıllarca… Sanatla yaşattılar bunu, kendi “stayla” sanat anlayışlarıyla…
Mansur Yavaş’ı elbette pek çok şeyden dolayı çok seviyoruz biz Ankaracak. Üstüne titriyoruz desek yeri. Öyle mutluyuz ki Mansur Yavaş bizim başkanımız diye.. Hangi kampanyaya başlasa peşinden koşarak destek oluyoruz. Onu övmelere doyamıyoruz… Bir hafiflik, bir mutluluk geldi üstümüze Mansur Başkanla… Gerçekten çok seviyoruz. O da bizi çok seviyor bence…”
Arkadaşımın yazdıkları bana meşhur Bektaşî fıkrasını hatırlattı: Bektaşîye iki testi şarap vermişler. “Tat bakalım, hangisi iyi? Bize söyle” demişler. Bektaşî birinci testiyi kafasına dikmiş, biraz içip, ağzını kol yenine sildikten sonra, “Öbürü daha iyi” demiş. “Diğerini daha tatmadan nasıl karar verebiliyorsun?” diye sormuşlar, “Bundan daha kötü olamaz” diye cevap vermiş.
Mansur Yavaş, Beypazarı ilçe belediye başkanlığına rağmen, özellikle Ankaralı olmayan bir çoğumuz için sürpriz olarak çıktığı siyaset sahnesinde “işini iyi ve gösterişten uzak yapan” tarzıyla parlıyor. Ankaralıların kendisi hakkındaki derin sevgilerinin altında ama, icraatinin yanı sıra, Melih Gökçek’ten sonra oluşan “katarsis” etkisi ve “Bektaşî tercihi” faktörü yatıyor gibi görünüyor.