[24 Kasım 2018] Neler yapılmadı, “tarihin emrediciliği ve partinin rehberliğinde,” sosyalizmin zaferi uğruna? Bu konu eski solcular arasında gündeme geldiğinde, dikkatler hemen partilerin üst kademelerinde toplanır. Stalin nasıl kıyabildi diğer Kıdemli Bolşeviklere, 1936-38 Moskova Duruşmaları’nda yargılatıp idam ettirdiği yoldaşlarına? Çin’de Mao, kendi ultra-eşitlikçi ütopyası peşinde, nasıl teslim edebildi — parti içinde bir “burjuva karargâhı” diye gördüğü — Liu Şaoçi ve Deng Şiaoping’leri, Kızıl Muhafız çapulcu sürülerine? Arnavutluk’ta Enver Hoca, 1949’da Koçi Çoçe ve Seyfulla Maleşova’dan başlayıp, Bekir Balluku’dan geçerek 1981’de en yakın arkadaşı Mehmet Şeyhu’ya dahi uzanan diğer liderleri, olabilecek bütün “yabancı istihbarat servislerinin ajanlığı” (hele son örnekte, hem Amerikan, hem Sovyet, hem Çin, hem Yugoslav ajanlığı) ile, hangi akla hizmet suçlayabildi? Ya, Doğu Avrupa “halk demokrasileri”nin tekrar ve toptan “Sovyetizasyonu” sürecinde yaşananlara; daha önce değindiğim Laszlo Rajk (Macaristan), Rudolf Slansky (Çekoslovakya) ve benzeri dâvâlara ne demeli?
Evet, eski dostların iktidar uğruna bu kadar birbirlerine girebilmelerinde; yekdiğerine bu denli zulüm, yalan, iftira ve işkenceyi reva görebilmelerinde, özellikle korkunç ve iğrenç bir yan var kuşkusuz. Yenik düşen ve kurban edilenleri ismen, tek tek tanımamız da bu dehşeti iyice arttırıyor. Bireylerle empati kurmak, maalesef anonim milyonlarla empati kurabilmekten daha kolay. Madalyonun diğer yüzünde, resmî suçlama ve açıklamalar en çok bu tür iç kavga ve tasfiyelerde inanılmaz hale geliyor. Dolayısıyla itiraz daha kolay başlayabiliyor; daha çok sayıda insan “yok artık” veya “saçma” veya “dayanılmaz” diyebiliyor.
İyi de, böyle cinayetlerin işlenebildiği siyasal sistemin kendisinene demeli? Âşikâr ki burada, demokrasiden zerrece söz etmek mümkün değil. Tersine, devrim sonrası toplum dönmüş dolaşmış, bir tür saltanat rejimine gelip dayanmış. Âdetâ, hanedansız bir monarşi oluvermiş. Demokrasilerde yönetim (hükümet) seçimlerle değişir. Hanedan devletlerinin çoğunda, belirli bir saltanat veraseti yerleşir — primogeniture, ekber evlât, babadan oğula, ya da seniority, ailenin en yaşlı erkeğine… gibi. Tabii öyle hanedan devletleri olabilir ki, ikisi de işlemez; onun yerine, “kazanan her şeyi alır” — ki bu da onları, hanedansız monarşilere yakın bir konuma getirebilir. Örneğin Osmanlılar böyleydi, çok uzun süre. Yaşadığı sürece Sovyetler Birliği de böyleydi; Çin, Deng’den sonra zorunlu bir rotasyon getirip bu sıkıntıyı aşmayı denediyse de, Zi Cinping’in (Xi Jinping) “tek adam” mutlakiyetçiliği karşısında, bu da iflâs etti gibi. Kuzey Kore ise en komünist çözümü (!), hanedansız değil hanedanlı bir monarşide buldu.
Fakat özetle, bağlayıcı legalitediye bir şey yok, çünkü hukuk devleti ve kuralları diye bir şey yok. Birileri devrim yapıyor, partinin ve devletin başına geçiyor, Büyük Lider, Führer veya Ulu Önder konumuna yükseliyor. Ebedî Şef veya Millî Şef ilân ediliyor. O kadar vazgeçilmez, o kadar yeri doldurulmaz hale geliyor (öyle kabul ediliyor) ki, bir kere yaşadığı sürece aşırı merkeziyet hâsıl oluyor. Arthur Koestler’in Gün Ortasında Karanlık’ta Stalin’i imâ ederek kullandığı ifadeyle, “Bir Numara”nın izni ve onayı olmadan orta ve aşağı kademelerde dahi tek bir karar alınamıyor, tek bir imza atılamıyor, tek bir atama gerçekleşemiyor. İnsanlar korkuyor, insiyatif almaya. Herkes arazi oluyor, konformistleşiyor; politbüro üyeleri 80’lerinde elden ayaktan kesilirken dahi emekliliklerini isteyemiyor, başıma ne gelir diye. Rejim donuyor, kemikleşiyor (zaten Sovyetler sonunda bu yüzden kendi kendini yenileyemez duruma düşüyor).
İkincisi, lider sahneden çekildiğinde ne olacak? Mirasını kim devralacak? Devrimi kim sürdürecek? En iyi, en sağlam, en devrimci, en güvenilir vâris kimdir, “diğerleri” arasında? Bu büyük bir sorun haline geliyor, hattâ bir krize dönüşüyor. Öyle bir kriz ki, henüz hayatta ve iktidardaki lider de karışıyor, “halefi”nin tâyinine. Lenin tutup 1922 “vasiyet”ini yazıyor Merkez Komitesi’ne (ama görevden alınmasını istediği Stalin’in eline geçiyor). Stalin (yukarıda solda gördüğünüz) o ruhsuz ve kişiliksiz Malenkov’u öne çıkarıyor (boş yere). Mao çırpınıyor, Deng Şiaoping ve Hu Yaobang’ların yolunu nasıl keserim diye. Sonunda, (yukarıda sağda gördüğünüz) görece halim selim Hua Guofeng’de karar kılıyor (ama o da işe yaramıyor). Kendine çok ama çok bağlı, yüzde yüz bağlı bir kukla-mâdun bulabilirsen, ne âlâ. O zaman cumhurbaşkanı ile başbakan bir, iki, hattâ üç defa yer değiştirebilir (Putin ve Medvedev, tweedledeeve tweedledum, Rosencrantz ve Guildenstern). Yoksa yürümüyor. Fakat olayın bütünü başlı başına rezalet. Aynı zamanda, bu tür bütün ön-önlemler kadük oluyor. Ölenler kendilerinden sonraki hayatı ipotek altına alamıyor çünkü. Sonuçta iktidar, bütün o kanlı taht kavgalarıyla (halen Çin’de, “yolsuzluk” suçlamaları ve yargılamalarıyla) belirleniyor.
Ancak asıl önemli sorun, lider kademesi bir yana, böyle bir rejimin geniş halk kitleleri için ne ifade ettiği. Eski sol kesimlerde benim izleyebildiğim tartışmalarda şöyle bir eğilim var: “Onların ne yaşadığı o kadar önemli değil, çünkü sosyalizm haklıydıözünde. Kollektifleştirme, emredici planlama ve hızlı sanayileşme temelde doğru politikalardı, çünkü gerilik ancak böyle altedilebilir, tek ülkede sosyalizmancak bu suretle hayatta kalabilirdi.” Bazen açıkça telâffuz edilihyor, bazen sadece imâ ediliyor, satır aralarında fısıldanıyor bu gerekçeler. Zira insanlar devrimin kendisini, sosyalizmin kendisinisorgulamıyor hiç. Veri alıyor, kabulleniyor. Keşke başarılı olabilseymiş (nasıl?). Bu da Lenin’e, Bolşevik Devrimine, SBKP’ye, Sovyet iktidarına ve politikalarına “karşı çıktğı” veya en azından “ayak sürüdüğü” varsayılan kitleleri (açıkça söylenmese dahi) “muhalif, dolayısıyla müstahak” saymaya götürüyor. Türkiye’nin eski sol intelligentsia’sının bir bölümü, Koestler’in Rubaşov’unu birazcık hazmedebiliyor belki. Ama Soljenitsin’in İvan Denisoviç’inin kaderiyle hemen hiç ilgilenmeyebiliyor.
Oysa sonuçta hepsi bir bütün bunların. Tarih “belki yarın, belki yarından da yakın” kurtuluş vaadiyor. Parti bu projenin başına geçiyor. Cebren devrim yapıyor. Onu cebren kalkınma ve cebren modernleşme izliyor. Yeni devlet bu uğurda topluma yukarıdan aşağı muazzam bir zorlama empoze ederken ister istemez totaliter bir diktatörlüğe dönüşüyor. Zaten “proletarya diktatörlüğü” teorisi var ve iyice perçinliyor, gerekçelendiriyor, üzerine tuz biber ekiyor. Ütopyanın yerini distopya alıyor. Bir yandan üst-orta-aşağı demeksinin her seviyede terör estirirken, aynı zamanda bütün özgür düşünce ve ifade olanaklarını tek tek yokediyor. Büyük bir rüya ve riya âlemi, George Orwell’in “ikilidüşün” (doublethink) ve “yenikonuş” (newspeak) diye tasvir etmeye çalıştığı; çok yakın geçmişte bir Trump sözcüsünün “alternatif gerçekler” ifadesiyle ruhunu yakaladığı bir yalan dünyası yaratıyor.