Ana SayfaYazarlarMarksizm ve ahlâk (6) Başka hiçbir alternatif bağlayıcılığın kalmaması

Marksizm ve ahlâk (6) Başka hiçbir alternatif bağlayıcılığın kalmaması

 

[4 Kasım 2018] Kimisi uzun, kimisi çok daha kısa üç örnekolayla başlamak istiyorum. İlki Richard Overy’nin geçmişte de sık sık sözünü ettiğim The Dictators. Hitler’s Germany, Stalin’s Russia (Diktatörler. Hitler Almanyası, Stalin Rusyası) kitabından. İlk basımı Allen Lane, 2004. Ben ciltsiz Penguin 2005 edisyonunu kullanıyorum.

 

                                                      *          *          *

 

(1) Ukrayna’nın batısında, yol kenarındaki bir Bâkire Meryem ibadetgâhında, 1930 sonlarında bir mucize meydana geliyor: dökme demirden Meryem heykelciği kanlı gözyaşları dökmeye başlıyor. Onca soğukta civardan binlerce hacı akın ediyor. Yerel makamların alelacele yaptırdığı çit parçalanıyor, nöbetçiler kovalanıyor, halk etraftaki tarlalarda gecelemeye devam ediyor. Bir bilim adamları heyeti gelip heykeli inceliyor. Heykelin çürümüş kafasından içeri sızan yağmur sularının pasla karışarak dışarı akmasının kanlı gözyaşları izlenimi yarattığını keşfediyor; sonra da halkı bâtıl inançlarından kurtarmak için boyalı sularla gelip Hazreti Meryem’e bu sefer yeşil, mavi ve sarı gözyaşları döktürüyorlar. Köylü kalabalık önce sessizlikle izliyor, ama heyetten biri “bu Tanrının işi değil” açıklamalarına girişince saldırıp iki bilim adamını döve döve öldürüyor. Birkaç gün sonra ikinci bir heyet sökün ettiğinde, halk bu sefer baştan saldırıyor ve koruma birliğiyle çıkan kavgada köyün delisi diyebileceğimiz bir zavallı ezilerek ölüyor. Cenazesi, buhurdanlık ve kutsal bayraklarıyla papaz ve keşişlerin başını çektiği muazzam bir resmi geçide dönüşüyor. Komünist yetkililerin sabrı taşıyor; milisler kalabalığı süngü saldırısıyla dağıtıyor ve yüzlerce kişi can veriyor.

Overy’nin (gene son yıllarda çokça başvurduğum) The Moral Universe of Dictatorship (Diktatörlüğün Manevî Evreni) başlıklı 7. Bölümünde (s. 269) aktardığı bu olayda, devrimci iktidarın kitlelerin inancını (ve inanç kökenli direncini) kırmak noktasında gösterdiği  inat somutlanıyor. Gerek Naziler, gerekse Sovyetler kendilerine özgü, olabildiğince ahlâksızlaştırılmış bir/er manevî evren yaratmak zorunda, çünkü rejime koşulsuz itaat başka bütün  ahlâki değer ve bağlayıcılıklardan arınmayı gerektiriyor. Bu da her iki diktatörlüğü (eşit ölçüde olmasa bile) dinle çatışmaya götürüyor. Göreliliği ve esnetilebilirliği olmayan On Emir gibi mutlak ahlâk kuralları, insanlık tarihinde hep dinler (bu somut örnekte, Yahudi-Hıristiyan geleneği) tarafından taşınagelmiş. Günah tanımı da, “maşerî” diye tarif ettiğimiz toplumsal vicdanın gücü de son tahlilde buradan kaynaklanıyor.

 

VI. Emir: Öldürmeyeceksin. VIII. Emir: Çalmayacaksın. IX. Emir: Yalan şahitlik yapmayacaksın. X. Emir: Başkasının olana göz koymayacaksın. — Hayatı bu inançlarla örülmüş birinin Komünistliği veya Naziliğine yüzde yüz güvenilebilir mi? Propaganda Bakanlığı’nın emrine girip Pravda ve Izvestia’da, ya da Völkischer Beobachter’de trollük yaparak etrafa  psikolojik terör saçabilir mi örneğin? Amansız bir Çeka veya Gestapo sorgucusu olabilir mi? NKVD veya SS merkezlerinde, işkenceyle ifade alabilir mi? O Hazreti Meryem heykelciği etrafında bekleşen silâhsız halka, süngü tak komutuyla vahşice saldırabilir mi? Sırf başka herkese gözdağı versin diye masum insanların Sibirya’ya yollanmasına göz yumabilir, ya da küçücük çocuklar dahil milyonlarca Yahudinin gazlanmasını kılı kıpırdamadan seyredebilir mi?

 

Bu noktada, 1915’te Osmanlı Ermenilerine reva görülen vahşete inançları gereği karşı çıkan namuslu ve cesur Müslümanlar geliyor aklıma. Üçlü İttihatçı diktatörlüğünün ve bilhassa bilimperest, ahlâküstücü (amoral) Talât’ın karşısına dikilen bu engelle — en son, bkz Hans-Lukas Kieser’in yeni çıkan Talaat Pasha: Father of Modern Turkey, Architect of Genocide  çalışması – onbeş yirmi yıl sonra bir kısım Katolik ve Protestanların şahsında Hitler, bir kısım Ortodoksların şahsında Stalin karşılaşıyor. Bu yüzden, ırktan başka bir şeye inanmayan Hitler de dine soğuk ve kiliseye düşman. Ama tabii Marksizm-Leninizm, faşizmin Alman varyantına kıyasla çok daha kesin, keskin ve topyekûn din karşıtı. Overy dokuz özlü sayfa içinde (270-278) Lenin’in militan ateizmi ve ibadeti “ideolojik ölüsevicilik” diye nitelemesinden başlıyor; 1920’lerin dindarları “ikna” çabalarından geçiyor; Stalin’in binlerce kilise ve yüzlerce manastırın kapatılması, hattâ birçoğunun yerle bir edilmesini, onbinlerce din adamının ise sürülmesi veya katledilmesini içeren fizikman imha çabalarını ayrıntılandırıyor.     

 

                                                             *          *          *

 

(2) İkinci örnekolayımı eski, çok eski notlarımdan alıyorum. Çin’de, 2008 Siçuan depremi yaklaşık 90,000 can almadan önce, 20. yüzyılın en büyük yer sarsıntısı olan) 1976 Tangşan depremi 240,000 kişinin hayatına malolmuştu. Çu Enlay ölmüştü ama Mao hayattaydı henüz; Eylül başlarında o da öldüğünde, ÇKP yönetimi onuncu yılındaki Kültür Devrimi felâketine (1966-1976) apar topar son verdiğini açıklayacaktı.

 

Bense 29 yaşımdaydım ve henüz hızlı bir Maocu, dolayısıyla iyi bir haftalık Peking Review (daha sonra Beijing Review) okuyucusuydum. Çok sürmüştü Tangşan enkaz kaldırma ve kurtarma yayınları. Birinde çok olağanüstü bir şey çarpmıştı gözüme. Halktan insanlar kendi ailelerini düşünmeksizin öncelikle yerel parti liderlerini kurtarmaya çalıştıkları için övülüyor, bu davranışları “işçi sınıfı”na ve “sosyalizm ruhu”na örnek gösteriliyordu. Karmakarışık düşünceler uçuşmuştu kafamda: Yok artık. Tarlasından dönüp evinin yıkıntılarıyla karşılamşmış bir köylü. Karısı, çocukları… hiçbiri yok ortada. Derhal dişiyle tırnağıyla o enkazı kaldırmaya girişmeyecek de, acaba parti liderlerimize ne oldu, iyisi mi ben önce onları kurtarayım diye, sırtını dönüp gidecek, öyle mi? Olabilir mi? Ya da, ben yapabilir miyim örneğin? Tabii ki hayır. Tabii ki önce karımı kızımı, beraber oturuyorsak annemi babamı kurtarmaya bakarım.

 

Gerçi o zamanki gösterişçi devrimcilik yarışlarımız ortamında telâffuz edilecek şey değildi bu. Onun için bu “haber”in üstünü itinayla örttüm ve kendime sakladım. Ama işte görüyorsunuz, aradan kırk küsur yıl geçti; insanın en normal ve doğal sevgi halkası ve ahlâkının karşısına başka bir üst-ahlâk çıkarma çabasının bu en vicdansız örneğini — Sophie’s Choice kadar vicdansız örneğini; bir SS subayının Auschwitz’e yeni ayak basmış genç anneden, küçük oğlunu mu, küçük kızını mı gaz odasına yollayacağına hemen oracıkta, daha trenden iniş platformunda karar vermesini istemesine tam karşılık gelen örneğini — hiç unutmadım.

 

                                                          *          *          *

 

(3) Üçüncü örnekolayım, 1 Mayıs 1977 felâketi ve sonra etrafında örülen yalan yumakları. Sol içinde kutuplaşmanın doruğuna vardığı yıllardı. TKP yükselişteydi; Maden-İş üzerinden DİSK’e hâkim ve işçi sınıfı üzerinde etkiliydi. Arkasına Sovyetleri almışlıktan kaynaklanan vahim bir kibir, sektarizm ve hegemonyacılığı temsil ediyordu. Karşısında ise, benim de içinde olduğum çılgın Maocu ütopizmi yer alıyordu ki, sektarizmin zıt ve aşırı ucu demekti. Sovyet rejiminin âşikâr kötülüğünün Marksizm ve sosyalizmden kaynaklandığını görmek yerine, güya Stalin’den sonra Marksizmi ve sosyalizmi terketmişliğine bağlamak gibi bir garip kurgunun peşindeydik. Kruşçev ve sonrası toptan “revizyonizm”di; revizyonizm ise burjuvazinin hâkimiyeti ve dolayısıyla kapitalizm ve dolayısıyla emperyalizm demekti. Sovyetler de az sınır-ötesi müdahalecilik yapmıyordu tabii sağda solda. Macaristan’ı, Çekoslovakya’yı, en son Afganistan’ı işgal etmişti. Fakat işte Mao’ya ve Maoculuğa göre bu, “sosyal emperyalizm” demekti, çünkü kapitalist-emperyalist bir karakterden kaynaklanıyordu. Bu sözde-tahlil, çeşitli ülkelerdeki Sovyet taraftarı sosyalist-komünist partileri de Sovyet (sosyal) emperyalizminin ajanları durumuna getiriyordu.

 

Bir tarafta bu “sosyal emperyalizm” ve karşısında TKP’nin “Maocu bozkurtlar” söylemi, soldaki düşmanlaşmanın ana ekseniydi. Gerçi hemen bütün fraksiyonlar yatkındı, okullarını, yurtlarını, mahallelerini, nüfuz alanlarını korumak adına (Ülkücülere karşı olduğu kadar) birbirlerine de şiddet uygulamaya. Ama bunu az çok tesadüfî “sınır tepişmeleri” olmaktan çıkarıp teorileştiren, asıl Sovyet-Çin, TKP-Maoculuk boyölçüşmesiydi. Tabii arada, bir de öğrenci gençlik içinde etkili olan Dev-Yol, Dev-Sol, Kurtuluş ve benzeri gruplar vardı. Esas silâhlı olanlar da onlardı, çünkü geniş bir alanda Ülkü Ocaklarıyla çatışma içindeydiler. 1 Mayıs 1977’de Taksim meydanına gelirken de silâhlı geldiler, daha sonra kâh böbürlenme, kâh itiraf kabilinden yazdıkları gibi özel güvenlik birimleriyle geldiler, zira her an bir MHP ve/ya polis saldırısına uğrayabileceklerini düşünüyorlardı.

 

1 Mayıs 1977’de olup biten, şundan ibaretti aslında: (a) Miting komitesi (yani TKP), Taksim’e yalnız düzenleyicilerin uygun gördüğü grup ve örgütlerin girebileceğini açıkladı. (b) Maoculuğun esas teorik önderi ve çekirdeği konumundaki (bizim) Aydınlık grubu, son anda “bir provokasyona ve çatışma çıkmasına meydan vermemek” gerekçesiyle inatlaşmaktan vazgeçti. (c) Pratikte daha ekstrem bir konuma kaymış bulunan Halkın Yolu (kısmen eski THKP-C) ve Halkın Kurtuluşu (kısmen eski THKO) ise illâ alana kendi örgüt kimlikleriyle girmekte ısrarcı oldu. (d) Tarlabaşı tarafından gelip DİSK barikatlarını havaya silâh sıkarak aşmaya kalktılar. (d) İlk tabanca sesleri duyulunca, alanın içindeki Dev-Yoıl, Dev-Sol, Kurtuluş vb “güvenlik birimleri” de Ülkücüler saldırıyor zannedip kâh oraya, kâh buraya ateş açtı. (e) Muazzam bir panik başladı ve otuz küsur insan, büyük çoğunluğu Kazancı Yokuşu’nun başındaki darboğazda olmak üzere, sıkışıp ezilerek öldü.   

 

Sol ve solun genel, kamusal prestiji açısından tam bir felâketti. Nasıl kalkılabilirdi altından? Sonraki günlerde örgüt şefleri bir araya gelip yeni bir kurgu yarattı. Efendim, kâh (artık mevcut olmayan) Sular İdaresi’nin üzerinden, kâh Intercontinental’in üzerinden ateş açılmıştı kalabalığa.İntercontinental oteline gelip giden esrarengiz bir Amerikalılar grubu görülmüştü. Kazancı Yokuşu’nun alt tarafına, orayı iyice daraltan b,ir kamyonet parkedilmişti. Bak, gördün mü! Hepsi planlıydı bunların. Velhasıl tamamen bir CIA ve derin devlet komplosuydu. 1 Mayıs 1977 “katliamı” diye anlatmaya koyuldular, kendi kendilerine ve yakınlarına ve çevrelerine ve çocuklarına ve torunlarına. Solun inişe geçmesi ve 1980 sonrası toptan yenilgisinin özürü haline geldi. Suçluluk yerine mağduriyet hissi yarattı. Enkazdan artakalan biricik manevî tutamak olarak yaşamına devam etti.

 

Derken benim konuşacağım tuttu, büyük ölçüde tesadüfen. İtiraf edeyim ki hiç farkında değildim, bu kollektif yalanın hangi boyutlara ulaştığının. Bir gazeteci röportaj yapmak istedi; ben de sıraladım bütün bildiklerimi, aynen yukarıda özetlediğim gibi. Kıyamet koptu. Alelacele özel siteler kuruldu, güya beni tekzip etmek için. Aklı başında ve herhalde artık bir ahlâk edinmiştir sanacağınız kerli ferli insanlar, bir kere daha “siyasî fayda” uğruna ahlâksızlığa tevessül etti. İkinci bir kesim, olan biteni bal gibi bildiği, bizzat içinde yer aldığı, birinci tanık konumunda oılduğu halde, kimbilir kaçıncı defa olmayacak duaya amin deyip hâlâ “solun birliği” zarar görmesin gerekçesiyle susmayı tercih etti. Yok, şimdi zamanı değil dedi. Yalan ve ikiyüzlülük üzerine herhangi bir şey inşa edilebileceğini zannetti. Kimi üniversite öğretim üyesi, tarihçi veya siyaset bilimci geçinen bazı “bilim insanları” ise başka türlü zaman ve fayda soruları sormaya yeltendi: “Neden şimdi?” veya “böyle bir tarihçiliğin faydası nedir?” Bu tür utanç verici yazılar kaleme aldılar, şimdi okusalar yüzlerini kızartması gereken. Başlıbaşına bir doğru sorunu, bir gerçek sorunu olduğu; bunun yeterli neden teşkil ettiği akıllarına bile gelmedi.

 

Hep devleti en kötü ve en ahlâksız gösteren, dolayısıyla herkesin otomatikman buna inanmasını bekleyen sol, örgüt ve hizip çıkarları uğruna, devletten de kötü ve ahlâksız duruma düştü.

 

 

- Advertisment -