“Milli aidiyet” üzerine kurulan siyasi söylemlerin Türkiye’de her zaman hazır bir müşterisi olduğu düşünülür. Toplumun çok parçalılığını, çeşitliliğini veri alan; demokrasi/ çoğulculuk/ hak ve özgürlüklerin önemi üzerine yürüyen tartışmaların, sıradan hayatları çok ilgilendirmediğini varsayarız. Bu özellikle kriz algısının tırmandığı zamanlarda daha da geçerlidir. Kaos ve dağılma endişesi, tartışma ve eleştiri yerine bütünleşme ve güçlü olanın ardına dizilme eğilimini tırmandırır.
Bu her zaman geçerli mi diye düşünüyorum.
Bilerek veya bilmeyerek bu formülün büyüsüne kapılındığı bir dönemden geçiyoruz gibi gözüküyor.
Haziran seçimlerinin AKP üzerinde oldukça etkili olduğunu; iktidarın kaybedilebileceği endişesi yarattığını tahmin etmek güç değil. İktidar katlarının önünde iki seçenek duruyordu. Birincisi; koalisyon siyasetini zorlayarak güvenilmezliği kuşku götürmez ortaklarla yeni, zor fakat meşruiyeti genişleyen bir iktidar sahası oluşturmak. İkincisi; daha uygun konjonktürde yeni bir seçimle tek başına iktidarı yeniden yakalamayı denemek. Erdoğan’ın ve AKP çoğunluğunun tercihinin ikinci yol olduğu kestirilemeyen bir durum değildi.
Sonucu hepimiz biliyoruz.
Fakat – bilmediğimiz demeyeyim ama- üzerinde yeterince durup düşünmediğimiz bir başka konu var kanımca. O da, bu iki seçeneğin, sadece iki farklı aktüel politik taktik olmadığı; onun ötesine geçen, (siyaset etme tarzlarına dair) daha derin bir farklılaşmayı temsil ettiğidir.