Toplum olmanın temel ölçütü herhalde farklılıkların varlığını sindirmek olmalı. Demokratik toplumun ruh halini de, herkesin söz konusu farklılıkların sürmesini, hatta genişlemesini olumlu bir unsur olarak görmesi olarak tanımlayabiliriz. Buna karşılık toplum olamama halinin nihai göstergesinin sosyal/siyasi grupların birbirine karşı taşıdığı iç düşmanlık, gizli nefret ve aşağılama dürtüsü olduğunu yaşadıklarımızla biliyoruz. İşler henüz bu noktaya kadar varmamışsa, çözülmenin ya da bir türlü toplum olamamanın en sağlam ölçütü duyarsızlık oluyor…
***
Bir ülkede sosyal/siyasal gruplaşmalar hızla katılaşıyor ve kendilerini diğerlerine uzak hissedip dertlerine kayıtsız kalıyorsa, o halkın manevi bir çözülmeye doğru gittiğini öne sürmek yanlış olmaz. Bu ülkelerde ‘milli’, yani herkese şamil olanı üretmek genellikle tek bir tarafın tekeline geçiyor. Sosyal grup ve kimlikler arası etkileşim asgari düzeyde olup, yararsızlık bir yana, her iki cenah tarafından da zararlı görülüyor. Çatışma duygusunun yükseldiği dönemlerde ise, etkileşimin kendisi bir tür hıyanet ve komplo girişimi olarak algılanıyor.
Türkiye’de de en yaygın duygu hangisi diye sorulursa, benim yanıtım bunun duyarsızlık olduğu… Belirli konuları kendi ideolojimiz ve kimliğimiz üzerinden ‘millileştirip’ onlara ‘aşırı’ duyarlılık göstermemizin nedeni de aslında ‘ötekilere’ karşı aynı derecede ‘aşırı’ duyarsız olmamız.
Darbeler bu durumu meşrulaştıran bir unsur… Sonuçta başarılı olsa da olmasa da, her darbe girişimi sonrası toplumsal duyarlılık sekter bir görünüm arz ediyor ve insanlar genel duyarsızlığın gölgesine sığınarak ‘ötekilere’ karşı bir anlamda kabuk bağlıyorlar. Bunun doğal uzantısı nesnelliğin anlamını yitirmesi, kategorik suçlama, dışlama ve cezalandırma isteğinin, bir anlamda linç kültürünün sıradan algı, duruş ve değerlendirmelerin parçası haline gelmesidir.
Hava Harp Okulu öğrencilerine açılmış olan davalar bana bu sularda yüzdüğümüzü söylüyor. Hikayeyi serinkanlı biçimde ele alalım…
Hava Harp Okulu öğrencileri her yıl temmuz ayında Yalova’da, bir ay boyunca dış dünya ile tüm iletişim olanaklarının kesildiği zorlu bir eğitim kampına alınıyorlar. 2016 yılında da 13 Temmuz günü yüzlerce öğrenci kampta buluşuyor. 15 Temmuz sabahı Hava Kuvvetleri Komutanı Abidin Ünal eğitim kampına ziyarette bulunarak itaatin öneminden ve benzeri askeri normlardan bahseden bir konuşma yapıyor. O gece yat içtimasından sonra öğrenciler tam teçhizatlı olarak yeniden toplanıyor, başlarındaki subaylar terör ihbarı aldıklarını söylüyor, ardından isim okunarak otobüslere doldurulup farklı yerlere götürülüyorlar.
Eldeki videolar, örneğin Sultanbeyli’de öğrencilerin darbe girişimini halktan öğrendiklerini, halkla birlikte marş söylediklerini, gişelerde halka teslim olduklarını gösteriyor. Bir süre sonra çatışma başlasa da silah raporları öğrencilerin ateş etmediğini ortaya koyuyor… Köprüye gelenler ise geldiklerinde zaten saat gecenin ikisi olmuş. Ama çıkan arbedede biri o sırada, iki öğrenci ise teslim olduktan sonra, bir er ve üç muvazzaf askerle birlikte sabaha karşı öldürülüyor…
Bu yaşananları ‘haklı infial’ başlığı altında toplayıp, yasal düzenleme sayesinde unutup gitmeyi seçebiliriz. Nitekim bu öğrencileri oralara taşıyan ve her şeyden haberdar oldukları anlaşılan rütbeli komutanlara, mahkemede kendi rollerini inkar ederek suçu öğrencilere yıkmaya çalışanlara infial duymakta haklıyız…
***
Ancak, olayların öncesinde halka teslim olmuş olanları bile tutuklu yargılamak, eğitim haklarını ellerinden almak, kolayca müebbet hapse çarptırmak, diğer yandan oralara sürüklenmelerine karşın basiret gösterip teslim olmuş gençlerin öldürülmesini görmemek nasıl bir ‘toplum’ anlatıyor?
Genellikle öldürmeye kadar giden ‘duyarlılıkların’ ardında, bunu mümkün kılan koyu ve yüzleşmek istemediğimiz bir duyarsızlık bulunur… Vicdanı işlevsiz bırakan, bizleri körleştiren ve bu halimizi ‘millileştiren’ bir duyarsızlık…