Çünkü, eleştirellik ve sorgulama, inançsızlıkla ilişkilendiriliyor. Ağzından zehir saçılan din alimi adlı bir grup, kara kaplı kitaplardan ezberledikleri nasslarla, birer düşünce polisi gibi zihinlerin kontrolden çıkmasını ve özgürce düşünmesini engellemeye çalışıyor. Muhafazakârlık, herşeyi kontrol altında tutmaya çalışan bir cebri ideoloji halinde, aynı düzeni sağlamak için her geçen gün daha fazla zor gücüne ve doğruluğu sorgulanamaz kesinliklerle yüklü ideolojik baskı araçlarına ihtiyaç duyuyor.
Çünkü, hayatın getirdiği yeni durumlara ve sorunlara eski ve modası geçmiş, işlenmediği için paslanmaya yüz tutmuş, çoğu ezber ve gerçek hayatta hiç sınanmamış nakillerle verilen cevapların yeterli olacağı zannediliyor. Muhafazakârlığa ideoloji üstü bir inanç statüsü verildikçe doğru bilinen yanlışların ve hurafeci zihniyetin tartışmaya açılması kutsala yapılan bir saldırı gibi addediliyor. Düşülen hatalardan geri dönmek erdem olmaktan çıkıp surda açılan birer gedik gibi görülüyor.
Çünkü, siyaset geleceğe dönük olmaktan çıkıp geçmişin bitmeyen hesaplaşması üzerine kurulduğunda muhafaza edilenler, ötekiyle verilen savaşta birer silah olmaktan öte bir anlam taşımıyor. Karşıtı üzerinden ve geçmişe dayanarak kendini var eden bir ideoloji olarak muhafazakârlık, farklı görüşlere ve kimliklere karşı ancak geçmişteki kadar hoşgörülü olabiliyor ve ancak karşıtına banzemediği ölçüde onunla yanyana gelebiliyor. Kendini yeniden üretmek için keskin bir karşıt bulamadığında muhafaza edilmeye çalışılan ne varsa mahfazasından çıkıp her yöne yayıldığından, takipçilerine sürekli bir yön çizmek ve büyük vaatlerle karşıtlığı ideal haline getirmesi gerekiyor.
Çünkü, yaşadığı haksızlıklar ve ezilmeler karşısında kendini korumak için başvurduğu tersine çevirme mekanizması sonucu bütün sermayesi kendinden olmayana duyduğu küçümseme ve üstadlardan yaptığı alıntılar olan bir zihin, farklı görüşlere karşılık verebilecek düşünsel özgüvene bir türlü ulaşamıyor. Komplekslerinden bir türlü sıyrılamadığı için yüzeyselliğin ötesine geçemiyor. Böyle olunca, bütün bir siyasal güce ve uzun yıllara yayılan iktidara, her türlü maddi imkâna rağmen gerçek anlamda –yani kendi camiasının dışında sözü geçen, dünyanın her yerinde etkisi görülebilen, meseleler karşısında çıkarsızca düşünebilen- entelektüeller, yazarlar ve sanat insanları çıkaramıyor.
Çünkü, tetikçilikle gazeteciliği ayırdedemeyen, ideolojik körlükle akademisyenlik yapılabilir zanneden ve devletin her türlü kötü işleyişini bürokratik çıkarlar için sineye çekebilen niteliksiz kadrolar, bunun aleyhine yaşanabilecek her türlü gelişmeyi devlet gücünü arkasına alarak kolaylıkla kriminalleştirebiliyor. Gelecekten çok geçmişe dönük yüzlerle iş yapıldığından her türlü gençleştirme operasyonuna rağmen yapılan siyaset ülke ortalamasına kıyasla hep ‘yaşlı’ kalıyor.
Çünkü, korkulardan kurtulmak bir türlü mümkün olamıyor. Rehabilite edici bir süreç işletilemediği için geçmişin büyük travmalarından kurtulmak mümkün olmuyor. Muhafazakârlık, kendi hareketinin belirleyicisi olamadıkça siyasal hafızadaki büyük hınç nedenleri geçen zamanla birlikte küçülmüyor büyüyor ve ona bağlı insanların çıkarlarına uyumlu bir öfkeyi dışavuracak kanallar açarak hastalıklı bir güçten iktidar devşiriyor. Böyle olunca, her türlü yeni siyaset arayışını ‘sinsi’ bir oyunun parçası ve bir tür siyaset mühendisliği görmek gibi garip bir anti-demokratik ruh haliyle milli irade’ye sıkı sıkıya sarılan ve sarıldıkça da yerli ve milli olmaktan uzaklaşan ‘ümmetçili’ği kelime oyunlarıyla kapayan bir samimiyetsizlik hakiki siyasetin gücünü kırıyor.
Çünkü, dava idealinin ve büyük söylemlerin altında ezilen insan birer nefere dönüşerek değerini kaybediyor ve kendine olan inancını yitirerek ancak aynı davaya inanan bir cemaat –ya da parti- halinde başarıya erişebileceğinin kaçınılmazlığına teslim oluyor. İnsanın değersizleşmesi, yaşanan hayatı da daha değersiz ve lezzetsiz hale getirerek kendini gerçekleştiremeyen öfkeli insanların sahip olma ve çok kazanma dürtülerini hareket geçirip kendi kendisini zehirleyen bir dünya görüşü doğuruyor. Yaratıcılık isteyen alanlar yerini icrai faaliyetlere, kültür yerini maddi ürünlere ve büyük kalkınma hamlelerine bırakıyor. Muhafazakârlık, bağımlı bireyler üretiyor; bu kişilerin karşı koyma ve itiraz etme kapasitesi o ölçüde düşüyor ve demokratik siyaset, gücünü benzer görüşteki insanların birbirine olan inancından değil aynı inancın benzer insanlarca sürdürülüyor olmasından, ortak çıkarlardan alıyor. Ne var ki bu yaşandığında, insan siyasetin öznesi olmaktan çıkıyor ve siyaset, nicel bir insan grubunun sayıca çokluğuna dayanan bir dayatma işine dönüşüyor.
Çünkü, geçmişin sorgusuz bir yüceltmesine dayandığından, muhafazakârlık ataerkil ve hiyerarşik bir dünya görüşünü zorunlu kılıyor. Buna göre kadınlar, gençler, eleştireller ve farklı kimliklerden gelenler bu hiyerarşik düzende ancak kötünün iyisi bir ikincillikle kendilerine yer bulabiliyorlar ve siyasal erkle kurdukları ilişki dışarıdan ne kadar içiçe olursa olsun kendi içinde büyük kopuşlara gebe bir durum yaratıyor. Bu sorunlu durumdan kurtulmak için, hiyerarşik işleyiş içerisinde küçük adalar oluşturuluyor ama çok geçmeden burada biriken enerji kendisine tanınan sınırların dışına taşıyor ve eskisinden daha karmaşık bir yeni durum doğuyor. Muhafazakârlık, eşitlik ve özgürlüğü esas alan bir ideoloji haline geldiğinde ona bağlı insanların hiyerarşik düzenin tepesine çıkma ihtimali azaldığından, onun yerine zaten bozuk bir düzenin sorunları popülizme dönüştürülerek yaşanan çelişkiler toplumsal bir hesaplaşma konusu yapılıyor. Ve bu yaşandığında, ‘karşı taraf’a galebe çalmak için hiyerarşik düzenin daha da sert bir biçimde sürdürülmesi kaçınılmaz bir hâl alıyor.
Çünkü, muhafazakârlık pratik haliyle içinde pek çok çelişki ve tutarsızlık barındırıyor. Çoğunlukla özgünlük içeren bu çelişkilerin üstesinden gelmek için gerekli olan etik kodların inşası yerine geçmişten değiştirilerek –ve bu arada büyük ölçüde tahrif edilerek- tevarüs edilen bir takım geleneksel ilkeler devreye sokuluyor ama bu durum varolan çelişkileri ortadan kaldırmayarak geleneklerle desteklenen şekilci bir hale sokuyor. O andan itibaren bütün bunların tartışma konusu olma ihtimali azalıyor ve siyasal hayat tam bir ‘tutarsızlıklar sanatı’na dönüşüyor.
Çünkü, muhafazakârlık, toplumsal taleplerin siyasal alana aktarılıp tartışılma ve buradan çıkacak politikaları hayata geçirme işinden çok eldeki ajandanın uygun zaman ve zeminde işletilmesi halinde kendini gerçekleştiriyor. Bu yaşandığında, halkın birikmiş enerjisini arkasına almasına rağmen gereksiz bir çelişkili durum olarak, kendi kendisine siyaset mühendisliğiyle toplumsal taleplerin ötesinde bir muhafazakârlık eyleme geçiriliyor. Bu durum, pek çok alandaki politikaların önemli bir kısmını karşılıksız kılıyor ve kör dövüşüne dönen bitmez tartışmalara zemin hazırlayarak siyasal enerji kayıplarına yol açıyor.