İktidarın Ayasofya’yı camiye dönüştürmesine karşı başta CHP olmak üzere muhalefetin aldığı tavır laik-seküler bazı aydınlar tarafından sert bir biçimde eleştiriliyor. Muhalefetin güçlü bir itiraz geliştirmemesinin iktidar ortaklarını daha da cesaretlendireceği ve muhalefetin pısırıklığına güvenen iktidarın laik değerlere karşı daha pervazsız bir tutum alacağı ifade ediliyor.
Ağır bir dille CHP’ye ve muhalefete yüklenen bu yazarlara göre, muhalefet partileri, iktidarın üzerine oturduğu dindar, muhafazakâr ve milliyetçi kitlelere hoş görünmek adına iktidarın kabul edilemez uygulamalarına yüksek sesle karşı çıkamıyor. Böylece iktidarın gündemine teslim oluyor ve bir karşı siyaset geliştiremiyor. Muhalefetin “siyasetsiz siyaset”i, iktidara dikensiz bir alan açıyor ve o da buradan laik devletin altını boşaltan kararlar alarak ilerliyor.
Ayasofya bu bağlamda, “laikliğin sonu” ve “Cumhuriyet’in tasfiyesi” olarak nitelendiriliyor. Hatta Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nın bundan sonraki adımının Hilafetin ilanı ve Medeni Kanun’un ilgası olabileceği yönünde endişeler dile getiriliyor. Hatta hızını alamayan bazı yazarlara, iktidara duyulan kızgınlığı onu destekleyenlerden çıkarma hissiyatı hâkim oluyor; olan bitenin faturası ‘gayri-medeni, çağdaş değerlerle uzlaşmamakta ısrarlı ve fetih ruhunu kuşanmış’ kesimlere çıkarılıyor.
Laikliğin değil iktidarın krizi
Kısaca aktarmaya çalıştığım bu analize katılmıyorum. Ne Ayasofya’nın statüsünün müzeden camiye çevrilmesine atfettikleri manayla mutabıkım ne de muhalefete (zımni veya sarih olarak) önerdikleri siyaseti doğru buluyorum.
İzah etmeye çalışayım.
Evvela, Ayasofya’nın laikliğin tabutuna çakılan sondan önceki birkaç çividen biri olduğunu düşünmüyorum. Bana kalırsa iktidarın Ayasofya’daki hedefi, sistemi İslamileştirecek bir hamle daha yapmak değil. Hedef, hem içerde ve dışarda yaşanan sıkışmışlığı aşmak hem de siyaseti kutuplar arası bir mücadeleye indirgemek için sembolleri kullanmak. Erdoğan, bir tarafta muhafazakâr, milliyetçi ve dindarların diğer tarafta seküler, laik ve Batıcıların olduğu bir siyasi saha inşa etmeye çabalıyor.
Bir başka ifadeyle, Erdoğan içinde bulunduğu zor durumdan ancak siyaseti “yerli” ve “milli” olanlarla “yabancı” ve “gayri-milli” olarak kodlananlar arasındaki bir çatışmaya indirgemekle çıkabileceğini düşünüyor. Siyaset uçlara çekildiğinde semboller devreye girer. Erdoğan da giderek daha fazla abandığı semboller üzerinden karşıtlarını vurmanın hesabını yapıyor. Ayasofya da bu çerçevede kullanılabilecek en büyük ve en önemli sembolü oluşturuyor.
Ezgi Başaran’a konuşan Olivier Roy, tam da bu hususa işaret ediyor. Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesinin laikliği ortadan kaldırdığını söyleyen aydınları anladığını belirtiyor. Bununla birlikte kendisi meseleyi, iktidarın karşı karşıya bulunduğu güçlükleri çözme kapasitesini yitirmesiyle bağlantılı bir şekilde okumayı tercih ediyor:
“Ekonomiyi kontrol edemiyorsun, dini bağlantılarını kontrol edemiyorsun, İslamcı projenin en büyük vaatlerinden biri olan ‘yolsuzluk bizim İslamcı ahlakımıza uymaz’ sözünü tutamadın. Elinde ne kaldı? Semboller. Ayasofya’dan daha büyük bir sembol olabilir mi? Bana kalırsa bu dünyaya Türkiye’nin laiklik seviyesinden çok, AKP’nin siyasi açmazlarıyla ilgili bir şey söylüyor.” (Gazete Duvar, 21.07.2020).
Hülasa Ayasofya’nın laikliğin bir krizi olmaktan ziyade AK Parti’nin siyasi krizini temsil ettiğini söylemek mümkündür.
Tarihin yükü ve tuzağa düşmek
CHP ve muhalefetin de genel olarak yanlış bir rota takip ettikleri kanısında değilim. Bence doğru yoldalar.
Öncelikle muhalefet, halkı hiçbir surette kaale almayan bir kararı her ne pahasına olursa olsun savunmakla mükellef kılınamaz, kılınmamalıdır. Bilhassa CHP’nin bu hayırla yâd edilmeyen tarihsel mirasa dokundurtmayan bir siyasi hat oluşturması, CHP’nin toplumun geniş bir kesiminde kendisine karşı beslenen güvensizliği büyütmekten ve bu kitle ile bir güven ilişkisi tesis etmesini engellemekten başka bir sonuç üretmez. Cumhur İttifakını bugünkü tasarrufu hem siyasi hem de hukuki olarak çeşitli açılardan eleştiriye tabi tutulabilir, tutulmalıdır şüphesiz. Lakin bu, anti-demokratikliği su götürmez bir tek parti icraatına laf ettirmemekle olmaz.
İktidarın “laik-dindar”, “yerli-yabancı” ve “milli-gayri millî” ayrımına dayandırmaya gayret ettiği bir oyunda, bazı aydınların beklentisine uygun bir şekilde laiklik üzerinden geliştirilecek bir keskin muhalefet, siyaseten tuzağa düşmek olur. Erdoğan’ın kurguladığı sahaya girdiğinde muhalefetin onunla baş etmesi kolay olmaz. Erdoğan, milliliğin ve dindarlığın asıl taşıyıcısı gibi hareket eder, muhalefeti bu sıfatları taşımadığı iddiası üzerinden topa tutar. Muhalefetin, Erdoğan’ın bu minval üzerinden geliştireceği saldırıyı savuşturmak için harcayacağı enerji yıpranmasından öte bir işe yaramaz.
Topa doğru girmek
Ezcümle muhalefetin Erdoğan’ın arzuladığı tarzda topa girmemesi isabetlidir. Gürbüz Özaltınlı ile hemfikirim bu konuda; muhalefetin ana gövdesinde katı laikçi eğilimlerin tesirini yitirmesini, müspet karşılıyorum. Muhafazakâr-mütedeyyinleri temsil tekelinin AK Parti’nin elinden çıkması, yeni kurulan iki partinin giderek bu camiaya daha fazla nüfuz etmeye başlaması ve bütün kriminalize etme çabalarına karşın HDP’nin ısrarla siyasi alanda durması, muhalefet adına bir kazanım olarak kaydedilmelidir.
Artık muhalefet, Erdoğan’ın ileri sürdüğü toplara hemen atılmıyor, bilip bilmeden kafasını uzatmıyor. Eskisine nazaran çok daha dikkatli davranıyor. Muhalefetin tuşlarına bastığında duymak istediği sesler çıkmadığında ise iktidarı sıkıntı basıyor. Eğer muhalefet çatışmaya prim vermez, düello çağrılarına kulakları kapar, kışkırtıcılıktan uzak durur ve bunun yerine, mutlak reddiyeci bir nazarla meselelere yaklaşmayan, hakkı teslim eden ve yol gösteren bir dil geliştirirse, iktidarın sıkıntısı daha da artar.
(*) Kurdistan 24, 22.07.2020
https://www.kurdistan24.net/tr/opinion/228dd455-0177-4231-ac8a-1aaf5d1134fa