Neredeyse yaklaşık yarım asırdır Ortadoğu’da Filistin-İsrail meselesine ilişkin ABD’nin infial ortamı yaratmayan herhangi bir kararına rastlamak oldukça güç. New Yorker dergisinin açıkça akli melekelerinin ABD başkanlığını yürütecek düzeyde olmadığından görevden alınması gerektiği üzerine tefrikalar dizdiği Trump aslında Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ederek de facto olan bir durumu de jure haline getirdi, yani resmiyete döktü. Esasında bir anlamda seçim kampanyası sırasında verdiği vaadi yerine getirmiş oldu. Bu kararın Cumhuriyetçiler arasında bile sert tartışmalara cevaz verdiğini hemen belirtelim. Artık Ortadoğu’daki dengeleri bu anlamda tasavvur bile etmek güç değil.
Peki İsrail iç siyasetinde bu süreç nasıl okunuyor? Genel tabloya baktığımızda sağ-muhafazakar İsrail siyasetinin bu kararı büyük bir sevinçle karşıladığını söylemek mümkün. Hatta söz konusu siyasi kanada yakın eğilimlere haiz gazetelerde ve basında Kudüs’ün nasıl İsraillilerin kutsal başkenti olduğuna dair tarihsel anlatılar mebzul miktarda tüketilmekte. Tabi bu gibi yayınlara sızan anti-Arap ve Oryantalist diskur kendini iyiden iyiye belli ediyor.
Peki İsrail’de 1948’den sonraki zorla yerinde etmeye maruz kalan; mal ve mülklerinin, topraklarının ve hatta mezarlıklarının bile kamusallaştırıldığı Araplardan geriye kalan “azınlık” ne düşünüyor, ne hissediyor? Bilhassa Doğu Kudüs’te Trump’ın kararından hemen sonraki Cuma namazında önemli gösterile yapıldı. İsrail güvenlik güçlerinin müdahale ettiği bu gösteriler aslında çok da fazla radikalleşmeden sona erdi.
Akabinde Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde mukim Filistinlilerin sert protesto gösterileri başladı. Filistin Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı rapora göre beş gün süren bu gösterilerde Batı Şeria’da 36 Filistinli yaralandı. İsrail güvenlik güçleri ve Filistinliler arasındaki çatışmalar Hebron, Ramallah, Tulkarm ve Jericho’da da devam etti. Buradaki gösteriler hafif yaralanmalar ile “atlatıldı”.
Gazze’de ise durum bir miktar daha farklı. Hamas’ın organize ettiği gösterilerin daha örgütlü olduğunu söylemek mümkün. Hamas lideri İsmail Haniyeh’in Filistinlilere yaptığı ‘yeni’ bir intifada çağrısının askeri bir çağrıdan ziyade popüler desteği, mücadeleyi ve örgütlenmeyi sağlamlaştırmak adına yapıldığını iddia edebiliriz. Gerek Ramallah gerekse de Batı Şeria’da Fatah’ın başlattığı yürüyüşler İsrail’in askeri kontrol noktalarına yöneldi.
Bunun yanında öğrenci birlikleri de son derece organize bir biçimde protestolara katılmış durumda. Buna karşılık İsrail’e bağlı kolluk kuvvetleri Batı Şeria’da onlarca Filistinliyi gözaltına aldı. Gözaltına alınanlar arasında Hamas’ın üst düzey yöneticilerinden Hassan Yousef da bulunuyor. Bu süreçte bilindiği üzere Filistin devlet başkanı Mahmud Abbas ABD’nin Ortadoğu’daki barış sürecindeki arabulucu statüsünü artık kabul etmediklerini Birleşmiş Milletler nezdinde bütün dünyaya ilan etti. Abbas’ın bu açıklamasının Trump’ın kararına yönelik Filistin cephesinden gelen en sert tepki olduğunu söylemek mümkün.
Aslında Trump bir anlamda ABD konvansiyonel dış politikasını önemli ölçüde rayından çıkaran ve bir anlamda ABD’deki müesses nizamı da karşısına alan bir karar imza atmış oldu. Bu kararın Trump’ın başkanlık sürecini nasıl etkileyeceğini bekleyip göreceğiz ancak bunun Trump’ın siyasi geleceği üzerinde ciddi yansımaları olacağını kestirmek o kadar güç değil. Aslında Abbas ABD’yi barış sürecinde bir anlamda devre dışarı bırakarak, Birleşmiş Milletleri yani uluslararası kamuoyunu muhatap alacağını ilan etmiş oldu. Ancak ABD’nin kontrolü ve nüfuzu dışında bir Birleşmiş Milletler tasavvurunun siyasi realiteyle pek de uyuştuğunu söylenemez. Bir noktanın altını çizmek de fayda var: Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan eden kararı uluslararası hukuka aykırı bir karardır. Ve bu karar her iki taraftaki radikal ve şahinlerin gücünü konsolide etmesine neden olacaktır.
İlaveten, bu sadece İsrail ve Filistin içindeki radikaller için geçerli bir durum değil. Bunun en güzel örneği Hizbullah lideri Hasan Nasarallah’ın, Haniye’nin yaptığı intifada çağrısını yinelemesidir. Nitekim on binlerce insan Beyrut’un güneyinde Hizbullah’ın organize ettiği yürüyüşe katılarak bu çağrıya destek vermiş durumda.
Peki Kudüs’te Müslüman Araplar açısından olan biten nasıl algılanıyor? Onlar ne yapacak, nasıl tepki verecek? Kestirmeden söylemek gerekirse bu soruların cevabını ve bu insanların ne yapacağını tahmin etmek ve herhangi bir çıkarımda bulunmak hakikaten şu aşamada oldukça zor. Doğu Kudüs’te bu anlamda tam bir belirsizliğin hakim olduğunu söylemek mümkün. Tepkiler ve protestolar pek tabi devam edecektir ancak bunun siyasi etkileri ne derece güçlü olacaktır, buna olumlu yanıt vermek bir o kadar güç. Ancak Doğu Kudüs’te hayatın ‘olağan’ akışı içinde sürdüğünü söyleyelim. Peki bu olağan akıştan kasıt nedir: Mutlak adaletsizlik, her gün kendini yeniden üreten bir adaletsizlik!