Anayasa değişikliği tartışmalarında iktidar tarafında duran medya sözcülerini izliyorum. Tasarıya haklılık kazandırmak için kurdukları söylem; yaslandıkları kavramlar içinde “hak ve özgürlükler”, “demokrasi”, “bireyin devlet karşısında korunması”, “iktidarın keyfi kullanımının engellenmesi”, “adil temsil”, “azınlık hakları”, “hukukun üstün kılınması”… Bunların hiçbiri yok.
“Milli irade” ve “güçlü liderliğin kurumsallaşması”… Anayasa önerisinin arkasında durup da bu iki kavramı gözümüze sokmayan yazara rastlamadım.
Kestirmeden gideyim: Bu iki kavram anayasanın savunulmasında merkeze yerleşmişse, yönümüz fena halde totalitarizm kokuyor demektir.
Bütün gücü liderin elinde toplamak, bir ideal olarak savunulur oldu. İktidarın birbirini dengeleyen ve denetleyen kuvvetler arasında dağılması, toplumu keyfilikten koruyan demokratik bir mekanizma değil, çoğunluğun iradesini sınırlayan bir işleyiş olarak sunulmaya başlandı. Yarıdan bir fazla oyla seçilebilen liderin iradesi, toplumun ezici çoğunluğunun tercihlerini yansıtan parlamentodan çok daha makbul ilan edildi.
Bu söylem, “organik lider” icadıyla da uyumlu. Temsil ilişkisi, temsil edilenle eden arasında kurulur ve arada her hâlükârda kırılmaya, sapmaya imkân veren bir mesafe vardır. Temsil eden, kendisini seçenlerin istek ve iradesinden uzaklaşabilir. Hayat zaten böyle işler. Oysa lider “organikse” ortada bir temsil ilişkisi yoktur. Lider bizzat toplumun kendisidir. Onun kolu, bacağı, beyni, ruhudur lider…
Dolayısıyla, her şeyiyle toplumun tam da kendisi olan liderin, elini kolunu bağlayan bütün denetimlerden uzak tutulması, sınırsızca güçlendirilmesidir ideal olan. Milli irade ve güçlü liderliğin kurumsallaşması bize bunu anlatır!
İradenin milli olduğunu 5 yılda bir yapılan seçimlerden anlıyoruz! Liderin güçlü olduğunu ise, bütün devlet erklerinin üstünde ve belirleyicilik yetkisi ile donatılmış olmasından.
Hiçbir demokratik rejimde seçilmiş bir şahsiyete, sırf seçimle geldi diye yargı mekanizmaları dahil bütün bürokratik yapı üzerinde bu kadar geniş güç alanı tanınamaz. Ve yine hiçbir demokratik rejimde bu şahsiyet, tasarruflarında bu kadar denetim dışı bırakılamaz. Ve yine hiçbir demokratik rejimde toplumun tamamının iradesini yansıtma imkânı olan seçilmişler meclisi (parlamento) yarının bir fazlasıyla seçilebilen bir şahsiyet karşısında bu kadar zayıf statüde olamaz…
Önümüzdeki hafta, tek tek değişikliklerin ayrıntılarına girerek bunları tartışmaya çalışacağım. Herkese önereceğim şu olabilir: Bu değişiklik hayatımızı uzun süre belirleyecek çok önemli bir siyasi girişimdir; o nedenle mutlaka Mecliste oylanan metne ulaşınız ve dikkatlice okuyunuz. Somut metin üzerine yürüyen tartışmaları izleyiniz.
* * *
Türkiye son yıllarda seçilmişler/atanmışlar tartışmasını çok yaşadı. Bürokratik mekanizmaların toplumun seçtiği siyasetçileri nasıl sınırladığı ve bunun ilke-ahlak dışılığı konusunda ortak bir kabul oluştu. Bu bir kazanım kuşkusuz.
Fakat başka bir gerçek yeterince yüzeye çıkıp açık sözlü bir tartışmaya dökülmedi. O da “aşırı güç” sorunu.
Esasen “güç” konusu toplumsal hayatın sağlığı açısından ilk sırada yer alır. Seçilmişlik/atanmışlık tartışması “güç yoğunluğu” sorununa bağlıdır ve ondan önce değil, sonra gelir.
Toplumlar tarihi, “mutlak güce” karşı, seçimler başta olmak üzere onu sınırlandıracak kural ve kurumların arayışı, savunulması, oluşturulması mücadelesinin tarihidir.
Seçimler, mutlak monarşileri sınırlandırmanın aracı olarak kabul görmüş; seçimle oluşan kurumlar, iktidarı paylaşma, mutlak ve denetimsiz oluşuna son verme işlevini üstlenmişlerdir.
Zamanımızın sorusu şudur: Seçimler, mutlak gücü sınırlandırmanın aracı olarak işlevselleştikten sonra, kendisi aşırı güç yoğunlaşması üretebilir mi?
Cevap çok açıktır; evet üretebilir. Eğer temel kurallarınız, seçimle gelen otoriteyi olağanüstü yetkilerle donatıyor; denetim yollarını zayıflatıyor; kendisini kimlerin denetleyeceğine de onun karar vermesine izin veriyorsa, bunun kaçınılmaz sonucu aşırı güç yoğunlaşmasıdır… Peki sonuç ne olur? Mutlak monarşilerden tanıdığımız aşırı güç nasıl yoz ve yıkıcı bir iktidar kullanımını ifade ediyorsa; arkasında seçim olan aşırı güç de, en az onun kadar yıkıcı bir tehdit ifade eder toplumlar için.
Bugün dillerde dolanan “güçler ayrılığı”, “yargı bağımsızlığı ve denetimi”, “dokunulmaz insan hakları”, “hukukun üstünlüğü” gibi kavramların tamamı bu “aşırı güç” kullanımına karşı üretilmiş kural ve kavramlardır. İnsanların yönetim karşısında haklarının garanti altına alınmasına, güvenlik içinde özgürce ve insanca yaşamalarına sadece seçimlerin varlığı yetseydi, bu kavramların hiç birisine ihtiyaç duymazdık. Hepsinin ardında “aşırı güç” ün despotizmine, keyfiliğine, yıkıcılığına uğramış toplumların iktidarı sınırlandırma mücadelesi vardır.
Ne soy sop üstünlüğü, ne tanrıyı temsil etme, ne de millet iradesi adına hiç kimse dengelenmemiş, denetimsiz, aşırı güç talep edemez. Böyle bir gücün sonu bellidir ve bu asla şaşmaz: Yozlaşma ve baskı…
* * *
Seçilmişler üzerinde vesayet gücü kuran eski rejim, elbette demokratik değildi. Her şeyden önce, toplumsal çoğunluğun onay mekanizmalarından geçmemiş bir siyasi güç kullanımını ifade ediyordu. Bürokratik kurumlar elinde toplanan bu güç, anayasal mekanizmalarla korunuyor; o da yetmediğinde fiili zorlamalar ve darbe tehditleriyle siyasete yön verebiliyordu.
Vesayet, toplumun seçimler yoluyla kurmaya çalıştığı iktidarın “güçsüzlüğü” sonucunu yaratıyordu. Bu bir “güçsüzlük-iktidarsızlık” hastalığıydı toplum için.
Yine bu toprakların insanları olarak, darbe iktidarlarının insanlık dışı uygulamalarıyla ödediğimiz bedelleri iyi biliyoruz.
Askeri cuntalar da “aşırı güç” ün tipik örnekleri olarak topluma kan kusturdular.
Sonuç olarak, sistemin güçsüzlüğe çare üretebilmesine evet; fakat bunu yapacağım gerekçesiyle aşırı güç oluşturmasına hayır.
Söylemesi kolay.
Gerçekleştirmek mücadele gerektiriyor.
*İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır – John Dalberg-Acton