[4-5 Ocak 2020] Araya Kasım Süleymani olayı girdi. 3 Ocak yazımda dile getirdiğim fikirlerden devam ediyorum. Daha dört beş gün boyunca, şu “aşırı uçlar, aldatılanlar, yalan haberler ve dış güçler” sorunsalı etrafında dönen bir dizi örnek sunacağım.
Bildiğiniz gibi Güneydoğu Asya’da, Hindiçini yarımadasının sol kenarında Myanmar diye bir ülke var. Eski adı Burma veya Birmanya. 19. yüzyılda İngiliz kolonisi oldu. 1948’de bağımsızlığına kavuştu. Sonra, Üçüncü Dünya açısından çok tipik bir gelişmeler zinciri yaşandı. Yeni bağımsızlığına kavuşan pek çok Asya ve Afrika ülkesinde olduğu gibi, 1962’de ordu iktidara el koydu. Ülke yirmi küsur yıl başını Burma Sosyalist Program Partisi’nin çektiği bir askerî diktatörlükle yönetildi. Bu “sosyalist” sözcüğüne dikkat. Zamanın devletçi, otoriter kalkınmacı akımlarının alâmet-i farikasıydı. Türkiye’de de 27 Mayısçıların bir bölümü, sonra Doğan Avcıoğlu ve Yön-Devrim çizgisi bu eğilimdeydi, ama tutmadı. Buna karşılık Ortadoğu’da Nasırcılık, Baasçılık ve türevleri Sovyetler Birliği’nin himayesine girmişti. Uzak Doğu’da Myanmar ise derhal Çin’in bölgesel nüfuz alanına eklendi. Ortak rasyonel, anti-emperyalizm alanının genişlemesi oldu.
1988’de patlak veren büyük kitle hareketleri rejimi sarstı. 1990 seçimlerini o dönemin giderek ikonikleşen demokrasi savaşçısı Aung San Suu Kyi liderliğindeki Ulusal Demokrasi Birliği (UDB) kazandı. Ancak hükümeti kurmasına izin verilmediği gibi, kısa sürede yasaklandı ve yeraltına itildi. Generaller çözümü kukla bir sivilleşmede aradı. Bu süreci idare etmek için bir Devlet Barış ve Kalkınma Konseyi kuruldu. 2003’te yedi aşamalı bir yol haritası sunuldu. Bu çerçevede, 2010 seçimleri yapıldı. UDB’nin boykot ettiği seçimleri, askerlerin partisinin (Türkiye’nin 1983 seçimlerini kazanmaya eli mahkûm olduğunu fazla erken ilân eden Turgut Sunalp’in ve MDP’sinin [Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin] Myanmar versiyonunun) her iki mecliste neredeyse yüzde 80 çoğunlukla kazandığı ilân edildi. Pek kimse yutmadı. ABD başkanı Barack Obama, seçimleri “çalınmış” ilân etti. Buna karşılık Çin beklenebilecek bütün refleksleri gösterdi; sonuçları benimsedi ve dış güçlerin Myanmar’ın içişlerine karışma çabasını kınadı. (Sırf bu aşamada, Amerika’nın “emperyalist,” Çin’in “sosyalist,” Myanmar’ın ise “yerli ve millî” olmuş olması, kimi haklı kimi haksız saymamızı gerektirirdi?)
Geçelim. Bizde 1946 seçimleri gibi Myanmar’da da 2010 seçimleri, ülkenin demokrasiye yürüyüşünü ilk ağızda durduramadı. 2011’de ordu Aung San Suu Kyi ile doğrudan pazarlığa girdi ve ilk taleplerinin bir kısmını karşıladı. İşçi sendikaları yasallaştı, siyasî tutukluların onda biri serbest bırakıldı. Karşılığında UDB 2012 ara seçimlerine katılacağını açıkladı — ve 45 milletvekilliğinin 43’ünü aldı. Bu süreçte Suu Kyi, mutlaka generallerin onayıyla, Başkan Obama ile uzun bir telefon görüşmesi de yaptı ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın ülkeyi resmen ziyaret etmesi kararlaştırıldı. Myanmar üzerindeki tecridin kırılması demek olan bu gelişmeyi Çin “ihtiyatla” karşıladı. (Doğru muydu? ABD 1946-50’de Türkiye’de olduğu gibi 2010’larda da Myanmar’daki demokratikleşme sürecine destek vermese miydi? Emperyalistlik taslamamak adına, Çin tarzı bir aldırmazlığı — yani aslında diktatörlüğe destek tavrını — benimsemesi daha mı iyiydi?)
Devam edelim. 2015 seçimleri sürecinde UDP, parlamenter demokrasinin olağan tuzakları karşısında ilk popülist tehlike sinyallerini vermeye başladı. Büyük çoğunluğu Budist olan bir ülkede, aşırı milliyetçi Ma Ba Tha örgütünün son derece dar ve katı zihniyet sahibi Budist rahiplerine tâviz vererek, aday listelerinde Müslümanlara yer vermekten kaçındı. (İdeolojik yapısı kabaca MHP’ye karşılık gelen bu grubun, Irkı ve Dini Koruma/Yaşatma Derneği, Örgütü veya Komitesi olarak tercüme edilebilen tam adı, yüzde yüz millî ve yerli karakterine tanıklık etmekte.) Sonraki gelişmeler düşünüldüğünde, bu endişe ve çekingenliğin özellikle Suu Kyi açısından çok ciddî sonuçları olduğu anlaşılıyor. UDB 2015’te müthiş bir zafer kazandı gerçi. Başkanlık Temsil Koleji’nde, 2010’un güya galibi Birlik Dayanışma ve Kalkınma Partisi ile onun tarafından atanmış vekillerin oluşturduğu asker-yanlısı bloku altedebilmek için, meclisin her iki kamarasında yüzde 67’lik bir “süper-çoğunluk” sağlamaları gerekiyordu (Türkiye’de, 2007’nin “nitelikli çoğunluk” dalaveresini hatırladınız mı?). O sınırı çok aşıp Temsilciler Meclisi’nde 255, Milliyetler Meclisi’nde 135 koltuk kazanarak BDKP’yi yaya bıraktılar ve parlamentonun tamamında yüzde 86’ya ulaştılar. Bu sayede hem cumhurbaşkanını, hem cumhurbaşkanı yardımcısını seçme hakkını elde ettiler. Aung San Suu Kyi, gerek müteveffa kocasının, gerekse çocuklarının yabancı bir ülkenin (İngiltere’nin) vatandaşı olmaları (ve Myanmar vatandaşlıklarının, cunta tarafından iptal edilmesi) yüzünden cumhurbaşkanı seçilemedi. Bunun yerine, kendisi için Devlet Danışmanlığı diye yepyeni bir makam icat edildi. Bu suretle hükümete fiilen ve doğrudan başkanlık etmesi mümkün kılındı.
Ama ordu kendi başına buyrukluğunu korudu ve Suu Kyi, hem Budist milliyetçiliğiyle, hem de silâhlı kuvvetlerle uzlaşmak durumunda kaldı — ve bu, bir bakıma onun yükselişinin doruğu ama aynı zamanda inişinin başlangıcı oldu. Myanmar’ın etnik-dinî karmaşıklığı ile askerin fütursuzluğunun bileşimi, milliyetçilik karşısında Aung San Suu Kyi’nin köşeye sıkışmasına yol açtı. Bu tür “millî mesele” krizleri çoğu zaman “memleketin asıl sahipleri”nin lehine, iktidara daha zayıfça tutunan sivillerin aleyhine olur. Çünkü popülist dalgayı göğüsleyemez, ses çıkaramazlar. Myanmar’da da aynen bu yaşandı. 2017’de ordu “aşırılık tehlikesi” gerekçesiyle, yıllardır zaten “Bengali” saydığı ve vatandaşlık tanımadığı, Rahinke eyaletindeki zavallı devletsiz Rohingya Müslümanlarına karşı harekete geçti. (Sakın bana kimse ırkçılığın sadece Batı’ya ve beyaz adama özgü olduğunu söylemesin.) Düpedüz bir soykırım gerçekleştirildi. Binlerce Rohingya öldürüldü. 744,000’i ülkeden kaçtı. Komşu Bangladeş’e sığınan mültecilerin toplam sayısı 1.1 milyonu buldu.
Hiç olmazsa gizli kalmadı, kalamadı. Uluslararası basın sayesinde bütün dünya öğrendi olup biteni. Bu sefer mağdurlar Müslüman olduğu için, Türkiye’den Batı medyasını kötüleyen, çifte standartlılıkla suçlayan, dış güçlerin parmağından şikâyet eden tek ses çıkmadı. Buna karşılık, maalesef 1991 Nobel Barış ödüllü Aung San Suu Kyi üstlendi, bütün dünyaya ve insanlık vicdanına karşı “ülkesi”ni savunma işlevini. Gambiya’nın açtığı dâvâ üzerine 2019 Aralık ortalarında Den Haag’daki (Lahey) BM Uluslararası Adalet Divanı’nın önüne çıktı ve Rohingyaların sırf Rohingya oldukları için nasıl vahşice, kadın erkek, çoluk çocuk demeksizin, bazen korkunç işkencelerle katledildiğine dair birinci elden tanıklıklara, ayrıca bu fecaati yurtdışına duyuran Myanmarlı gazetecilerin nasıl tutuklanıp ağır hapis cezalarına çarptırıldığına dair (son kısmı doğrudan kendisini ve hükümetini ilzam eden) bilgilere rağmen, (tıpkı İttihatçı-Kemalist Türk milliyetçiliğinin bunca yıldır 1915 Ermeni soykırımını kabullenememesi gibi), Aung San Suu Kyi de 2017 Rohingya trajedisi için hayır, karmaşık ve üzücü, acılı bir durumdur, ama soykırım değildir dedi.
Myanmar generalleri kuşkusuz çok memnun kaldı, kendileri öne çıkmaksızın bunu Suu Kyi’ye söyletebildiklerine. Ama uluslararası kamuoyu yemedi, kabul etmedi. Aralık sonunda konu bu sefer Birleşmiş Milletlere geldi. Önce, 14 Aralık’ta Sosyal, Kültürel ve İnsancıl konulardan sorumlu Üçüncü Komite’de ele alındı. Görüşülen karar tasarısında, Müslüman Rohingyalara ve diğer azınlıklara karşı ciddî insan hakları ihlâlleri kınanıyor; keyfî tutuklamalara, işkenceye, gözaltında ölümlere, diğer zalim, insanlık dışı veya aşağılayıcı uygulamalara son verilmesi isteniyor; Myanmar ordusu ve güvenlik güçleri her türlü şiddete derhal son verip ülkede yaşayan herkesin insan haklarını teminat altına almaya çağırılıyordu.
Tasarı Üçüncü Komite’den 140 lehte, 9 aleyhte ve 32 çekimser oyla geçti. Kimler karşı oy kullandı? İbret verici bir tablo: Myanmar’ın yanı sıra Rusya ve Belarus, sonra Çin, Laos, Vietnam, nihayet Kamboçya, Filipinler, bir de Zimbabwe. Yani Asya’nın iki yeni süper-diktatör devleti, daha küçük uydu ve müşterileri, bir de tek tük, kendileri asla benzer şekilde sorgulanmak istemeyecek hayli hukuk dışı rejimler. Ardından Genel Kurula geçildi ve hemen aynı örüntü tekrarlandı: 193 üye ülkeden 181’inin katılımıyla, 134 lehte, gene o 9 ülke aleyhte, 28 çekimser. Ha, bir de Myanmar’ın BM büyükelçisi Hau Do Suan’ın beyanı var tabii. Genel Kurul kararının Myanmar’a “siyasi baskı” amaçlı olduğundan yakındı. Rakhine eyaletindeki “karmaşık duruma” çözüm getiremeyeceğini söyledi. “Çifte-standartlılığın [ve] insan hakları ölçütlerinin seçici ve ayırımcı biçimde uygulanmasının bir diğer klasik örneği” diye niteledi.
Ne kadar evrensel bir reaksiyon! Bodrumunda veya merdiven altında gizleyecek şeyleri olan bütün rejimler, hep aynı sözlerin ardına saklanıyor.