Bugün Türkiye’ye, duygularına mesafe koymayı başararak biraz sakin bir akılla bakabilenler bunca kaba dezenformasyonun nasıl iştahla tüketildiğine şaşırıyorlardır herhalde. Karanlık, sofistike olaylar hakkında iyi işlenmiş, inandırıcılık kaygısı olan ve “akla yatkınlık” taşıyan manipülatif komplo teorilerinin bile normal bir insanda, kuşkuyu, soru sorma ihtiyacını davet etmesini bekleriz; öyle değil mi? Aykırı, gizemli, fantastik çözümlemelerin heyecanına kapılanlar bu tür teorilerin doğal müşterileridir. Fakat her zaman marjinal kalırlar. Çoğunluk, bu tür anlatılara yüz vermez. Oysa biz bu ülkede, bırakın bu tür karmaşık manipülasyonları; apaçık akla aykırı, olgulara ters “bilgi” ve “kanaatlerin” bile sorgusuz sualsiz üstüne atlanıldığına, çoğaltıldığına, tedavüle sokulduğuna tanık oluyoruz.
Bu ağır kampanya, en yoğun ve açık haliyle esas olarak Gezi’yle başladı sanırım. Daha ilk gün düğmeye basılmış gibi sosyal medyada katliam haberleri, ürkütücü vahşet duyuruları yapıldı ve hızla karşılık buldu. Üstelik dezenformasyon tek taraflı yürümedi. Hala ne olduğu anlaşılamayan Dolmabahçe Camii ile, inandırıcılıktan yoksun ayrıntılarla dolu Kabataş iskelesi olayları Başbakan tarafından kürsülere taşındı ve muhafazakar medya üzerinden günlerce konuşuldu. Bunlar, dezenformasyona aç bir halet i ruhiyenin kendini çarpıcı biçimde açığa vuruşunu gösteriyordu.
Yazıyı örneklere boğmak istemem. Geldiğimiz noktayı görmek önemli.
Özellikle Cemaat’in hükümeti devirme girişimi ile başlayan süreç, kanımca, farklı ve dağınık güçleri tek hedefe yöneltmeyi amaçlayan yeni bir muhalif stratejiye işaret ediyordu. Bu dönemde dezenformasyon çok daha sistematik ve etkin bir nitelik kazandı. Konjonktürün yarattığı imkânlarla Kürt hareketini de cepheye kazanmaya yönelen bir politik hat oluşturuldu. MİT tırları operasyonları hükümete nereden yüklenileceğini ve mücadelenin sertlik derecesini anlatıyordu. Cemaat, CHP, Kürt hareketi, oligarşi medyası ve bazı küresel güçler aynı mesaja odaklandılar: “İktidar IŞİD’a destek veriyor”… Yıldıray Oğur’un bıkmadan üşenmeden ince ince ayrıntıları üzerine çalıştığı dezenformasyon yağmuru bu dönemde başladı. Hiçbiri ciddi kanıtlara dayanmayan; dahası, montaj olduğu anlaşılan fotoğraflarla, uydurma olduğu ortaya çıkan tanıklıklarla yürütülen bu kampanya eksiksiz bütün muhalif kanallardan topluma boca edildi.
Ardından, Kürt hareketinin Öcalan’ın siyasal hattını boşa çıkartan güçlü hamlesi geldi. Kürt siyasetinin dili hemen Haziran seçimlerinden önce herkesi şaşırtacak ölçüde değişti. Newroz bildirisinde ifadesini bulan ortak çözüm arayışı yerini “öncelikli düşman AKP’dir” e bıraktı. Dünün çözüm ortağı AKP, birkaç ay içinde “Kürt düşmanı katil iktidar”a dönüştü. Ölümler olmadan katil de olunmuyordu. Birileri zamanı geldiğine karar verdi; HDP binalarında aynı gün iki bomba patladı. 17 Haziran Mersin mitinginde Selahattin Demirtaş, sınırına getirip o güne kadar söylemediği açık cümleyi kurdu: “Bize Adana ve Mersin saldırıları üzerinden mesaj gönderene sesleniyorum. Aldık mesajını, seni halen başkan yaptırmayacağız.” Hemen ardından çoktan kıvamına gelmiş İŞID dezenformasyonuna yükleniyordu: “Halkın parasıyla yüzlerce silahı tecavüz ordusuna gönderenler, bize dinden imandan bahsedemezler. Bunların hesabını vereceksin, hesabını.”
Diyarbakır bombaları patladığında, artık anında “katil” i tanıyan, öfkeyle klavyesinin başına koşup “katil belli” mesajları yazan; valiliğin sağlık birimlerine gönderdiği, herkesçe kolaylıkla ulaşılabilecek rutin resmi yazılardaki “ambulanslar hazır olsun” cümlesinin altını çizip delil olarak gösterebilen sayısız “inanç insanı” vardı. Evet, onlar öyle “inanıyorlardı”… Artık akıl değil inanç çağıydı. Çünkü en tecrübesiz akıl bile seçimlere çeyrek kala bu tür bir provokasyondan en çok, Kürtleri kaybetmekten korkan AKP’nin zarar göreceğini düşünebilirdi; seçim sonuçlarını beklemek gerekmiyordu bunun için. Ajitatör delikanlılardan, ak saçlı bilirkişilere kadar önüne gelen “yıldıramazsınız, korkutamazsınız” yazıları döşendi. Hemen ardından yapılan İstanbul mitinginde Selahattin Demirtaş – hakikaten ne yaptığının farkında olmayan- iktidar gazetelerini yerden yere vururken kendisini dinleyenlerin tek sloganı vardı: “Katil Erdoğan”…
Ne yazık ki dezenformasyon yine tek taraflı işlemiyordu. 22 Temmuz tarihli Star gazetesi “HDP mitingini PKK bombaladı” manşetiyle çıktı. 18 yaşında bir “PKK itirafçısı” teslim olmuş; ifadesinde, bir eve gittiklerini, o evde çanta içinde bombalar olduğunu, orada bulunanların bombaların mitingde patlatılacağını söylediklerini, bombayı arkadaşının alıp patlatacak kişiye götürdüğünü, bombalar patladığında da yanındaki PKK’lının sevinip şimdi seçimleri garanti kazanırız dediğini anlatmıştı… Belli ki birileri, her tarafından senaryo olduğu akan bu dezenformasyondan yarar ummuştu. Erdoğan’ın kızına suikast gibi üst perdeden iddialı haberlerle başlayan tuhaflığın bir devamı gibiydi.
Daha yakınlarda ise zaman darlığına geldiği çok belli olan Ahmet Hakan olayı patladı. Failler hemen yakalandılar ve -sabıkalarının kanıtladığı çok güvenilir kişilikleri nedeniyle olsa gerek- azmettirici tarafından hiç çekinmeden kendilerine verilen bütün bilgileri açıkladılar. Emniyet, MİT ve reis işin içindeydi!
Ardından bunlarla kıyaslanmayacak kadar korkunç bir felaket geldi başımıza. Orada da “Katilsiniz, alçaksınız, elleriniz kanlı” ile “ tweetler PKK’nın da içinde olduğunu gösteriyor, kokteyl terör” arasında kaldık. Dezenformasyon açları, meşrebine göre istediğini seçti, çoğalttı, yaydı… Katliamı iktidarın planladığına inandırabilmek için bir mafyosun Rize’de yaptığı mitingde söylediği “kan oluk oluk akacak” sözüne sığınanlar bile çıktı. Kimse bu kadar da saçmalık olmaz demedi…
Şimdilerde en çok “ben ona inanıyorum” sözünü duyuyoruz. “Biliyorum… Kanıtlar öyle gösteriyor” değil… Sadece, “İnanıyorum”…
Evet, neden böyle oluyor? Bence nedeni çok açık. Mücadelenin tarafları şunu keşfetti: Toplumun geniş kesimleri olay ve kanaatler karşısında aklın gerektirdiği bilginin değil, duygusal ihtiyacının peşinde. Aklın isteyebileceği; hakiki soruyu, kuşkuyu, merakı karşılayan bilgiyi değil, karşıtlık duygusunu tatmin edecek malzemeyi sağlamanız gerekiyor. Müşteri bunu istiyor…
Ve bu konuda iktidar asla muhalefetin eline su dökebilecek yetenekte ve kapasitede değil…
İyi ki de değil…
Bu mücadele kazanılacaksa da böyle kazanılmasın zaten.