Yazıya doğrudan doğruya çok rahmetli, efsane müdürümüz Esat Baba’yı anlatarak -ve de hayırla anarak- başlamak istiyordum, ama önce konunun önemine binaen “ciddi” bir giriş mi yazsam diye şu cümleleri kurdum: “Bu ülkede eğitim ciddi bir mesele. Bir türlü nasıl bir eğitim vermemiz gerektiğinden emin olamıyoruz ve bu yüzden birkaç yılda bir her şeyi sil baştan yıkıp yapmak gibi imkânsız bir çabanın içinde dönüp duruyoruz.” Fakat kendi yazdığımdan derhal sıkılarak -ve Melih Cevdet’ten okuduğum bir tavsiyeyi hatırlayarak- bildiğim gibi yazmam gerektiğine karar verdim.
Hele ki Esat Müdür’ün ruhuna hediye edeceğim bir yazı olacak idiyse tıpkı onun vermeye çalıştığı ruhta olmalı, başkalarının ne düşüneceğine göre değil kendi düşündüklerime göre yazmalıydım!
Esat Müdür çok farklı bir eğitimci ve okul yöneticisiydi. “Janti” giyinen, renkli gözlü, yakışıklı, ince bir adamdı. Bağırdığına hiç şahit olmadık. Acaba ne olursa, öğrenciler daha ne yaparsa (okulu yakmak dahil yapıldığı için kapıldığım bir duygu olarak!) bağırır diye çok düşünmüşümdür.
Kimilerine göre Esat Müdür “çok kötü” bir eğitimciydi çünkü disiplinsizliğe fazlaca müsamaha gösterirdi. Fazlaca affedici davranması çok eleştirilirdi. Yaşanan olay ne olursa olsun her defasında “bir defaya mahsus olmak üzere” affederdi. (Bizim dönem mezunlar için bir sayısı büyük bir rakamdır bu yüzden, içine çok şey sığdırabilir.)
Affederdi affetmesine fakat bir şartı olurdu; öğrencisiyle, hizmetlisiyle, doktoru ve idari yöneticileriyle bütün okulu Çok Maksatlı Salon’da toplar, sahneye önce kendisi çıkar, sebebini bilmeden toplanmış öğrencilerin meraklı ve heyecanlı bakışları arasında kısa bir konuşma yaparak izah ederdi durumu. Bu salonda neler yaşanmamıştı ki! Bu bir yatılı erkek okuluydu ve bu salon, hayatımızın acı tatlı sahneleriyle doluydu.
Bir keresinde üst dönem öğrencilerden biri okula haciz getirdiği için toplanmıştık. Biraz uçarılığıyla bildiğimiz abimiz Ankara’nın bilinen bir spor mağazasından taksitli alış veriş yaptıktan sonra ödeyememişti ve adres olarak okulu gösterdiği için ciddi ciddi okula haciz gelmişti (orası bizim gerçek anlamda evimizdi çünkü!). Bunun üzerine Esat Müdür büyük bir aile olarak bütün okulu toplamış ve önce olayı anlatmış, duruma (yani öğrencisinin durumuna) çok üzüldüğünü söyledikten sonra, ilgili öğrenciyi sahneye çıkararak okuldan özür dilemesini istemiş ve sonrasında fazlasıyla disiplinli olması beklenen bir okul müdüründen beklenmeyecek bir şekilde “bir defaya mahsus olmak üzere” affetmişti. Kalan borçlar okul tarafından ödenecekti!
Bir başka sefer, o yıllarda (90’ların başı) yeni yeni yaygınlaşan otomatik kola ve kahve makinelerinden getirtmişti okula. Öğrencilerinin hiçbir yenilikten geri kalmamalarına çok önem verirdi. Fakat öğrencileri aynı incelikte düşünür müydü emin değilim! Nitekim düşünmemiş olacaklar ki ilgili şirket biriken parayı alıp ürünleri yenilemek için gelip dolabı açtığında bozuk para kadar paraya pek benzemeyen sayısız metal parçası da bulmuş ve konu elbetteki müdüre aktarılmıştı.
Bu ince ve hassas, hep kruvaze ceketli, önü ilikli adam duruma çok üzülmüştü. Gerçekten çok üzülmüştü çünkü onun öğrencileri böyle şeyler yapıyor olmazdı, olmamalıydı, buna gerek yoktu. Konu paraysa bunun neredeyse hiç önemi yoktu. Derken, yine Çok Maksatlı Salon’da toplandık. Bu gibi durumlarda en çok hemşire ve okuldaki doktorların oluşu utandırırdı galiba! Onlar olmasa iyiydi duygusu hissederdim hep. (Şimdi “hasta gibi” olduğumuzda hangi yüzle gidip olur olmaz destek bekleyecektik!) Esat Müdür sahne almış ve o sesini yükseltmeyen tavrıyla, ellerini kibarca kullanarak olan biteni anlatmış ve duyduklarına çok üzüldüğünü söyleyerek konuyu bağlamıştı. “Acaba şimdi ne yapacak” diye beklemeye başlamıştık çünkü bu toplanmalar mutlaka bir sürprizle son bulurdu.
Birden salonun giriş kapısı tarafında bekleyen birilerine bir işaret yaparak “getirmelerini” istemişti. Evet getiriyorlardı, okulun hizmetli personeli sırtlarında kasalarla kola getiriyorlardı. Her tarafa bırakıyorlardı. Esat Müdür, “istediğiniz kola idiyse söyleseydiniz” dedi sonra ve “bugün okulda kola içmek serbest” diyerek festivalin işaret fişeğini ateşledi. Her yerde herkes kola içiyor ve tam olarak bilmediği bir şeyleri kutluyor gibiydi. Aslına bakılırsa herkes kendini ve kendi şaşkınlığını, değerli bir şeyleri kutluyordu. Sonra gerçekten de böyle bir hadise tekrar yaşanmadı! Ya da Esat Baba bize aksettirmeden işi halletmiş de olabilir, bilemiyorum.
Esat Müdür farklı biriydi gerçekten de. Derslerimiz kötü olduğu bir dönem sınıfta kalmayı ve hatta düşük not almayı kaldırmıştı (şaka yapmıyorum, öğretmenlere böyle bir talimat verdiği ve öğrencilerinin hepsinin onun gözünde başarılı olduğunu söylediği anlatılırdı). O dönem gerçekten de okulun başarısı tavan yapmıştı. Ne var ki, bir yıl sonra Esat Müdür’le taban tabana zıt karakterde bir müdür gelecek ve okul başarısı bir anda yere çakılacaktı (sanırım bu müdür öğrencilerini henüz tam olarak tanımadığından sonuç böyle olmuştu!).
Bunlar gibi sayısız ilginç durumla karşılaşırdık. Esat Müdür’ün mesai saatleri dışında da okulun ana meydanındaki kamelyada müdür yardımcılarıyla uzun yemekli sohbetlere kaldığı olurdu. Yılbaşı tatiline hava şartları nedeniyle gidemiyorsak şayet, elinden gelen her şeyi yapar, evimizi gerçek anlamda aratmamaya çalışırdı. Aynı okuldan mezun olduğu için psikolojimizden iyi anlardı galiba. Aşure ayında ne çok aşure çıkardı yemekte. Ve aşçılarımız, patlıcan musakkayı çok güzel yapardı.
Her konuda onunla konuşabilirdiniz. Bir keresinde Esat Baba üzgün bir öğrenciye sebebini sormuş, öğrenci de muhtemelen sırf cevap olsun diye belki de kız arkadaşı olmadığını söylemişti de, çok geçmeden kardeş kız lisesi öğrencileri okulumuza akın etmişti. Günler neredeyse hep böyle geçerdi!
Ve bir gün yine meşhur salonda herkesi topladı. Anladık tabii bir şeyler ters gitmişti. Sahneye çıktı (kürsü ve mikrofon kullanmazdı hatırladığım, sahnenin önüne doğru ortalarda durur, aracısız seslenmekten hoşlanırdı. O günün sabahında yatakhaneleri gezdiğini ve gördüğü manzara karşısında çok üzüldüğünü söylüyordu. Çok üzülmüştü çünkü eski, ahşap, kirli beyaz tuvalet kapılarının üzerinde yazılanlar canını çok sıkmıştı. Öğrencilerinden böyle şeyler hiç beklemeyen bir şaşkınlıktaydı ama öğrencileri de onun şaşkınlığına en az onun kadar şaşkın bir halde dinliyordu; tuvalet kapısına küfürlü şeyler yazmaktan daha doğal ne olabilir ki diye! Acaba şimdi ne olacaktı? Tuvalet kapılarını söktürüp hizmetlilere getirtecek hali yoktu ya!
Hayır vardı, konuşma bitince yine aynı köşeye “getirin oğlum” demesiyle, eğilerek taşıyan hizmetlilerin sırtlarında kapılar adeta geçit resmi yapıyordu. Kapılar, bizim tuvaletin kapıları gelip geçiyordu yanımızdan. Kapılar yan yana sahneye diziliyorlardı. Her birinin yanında da bir görevli. (Bu kez çok kızacaktı herhalde. Çok bağıracaktı. Çok sinirlenmiş olmalıydı, kapıları getirtecek kadar öfke duymasa niye bunu yapsındı ki!). Görevlilerden kapıların üzerine yazılanları okumalarını istedi sonra, her zamanki nazik ve yumuşak üslubuyla ve çok doğal bir şey talep ediyormuşçasına (o hemşireler yine olmasaydı çok iyiydi bu arada!). Ne okunabilirdi, nasıl okunabilirdi öylesine bir ortamda. Tek hatırladığım, görevli birinin en hafiflerinden bir şeyler bularak “Seni seviyorum Gülüm” diye okuduğu cümleydi. Gerçekten öyle bir şey var mıydı yoksa o an kendi mi uydurmuştu zekasına güvenip, hiçbir zaman emin olamadım, çünkü sonrasında kapıları bir daha gören olmadı. Yerlerine, üzerine yazı yazılamayan kapılar getirtip taktırmıştı sonra.
Bu disiplinsiz gibi görünen müdürümüz üzerine yıllar sonra çok düşündüm. Neydi bizi yıllar yılı ona bağlayan; ve eğitiminin gerçekten işe yaramasının sırrı tam olarak neydi diye. Elbette gerçek bir sevgi duyuyordu öğrencilerine ve bu da karşı tarafa geçiyordu, ama çok daha önemli bir sırrı daha vardı bence. Bizi bizim dışımızda hiçbir şey için yetiştirmiyordu. Öğrenciler hiçbir şekilde araç değil işin merkezinde yer alan özne ve nihai amaçtı.
Ülke için, vatan için, topluma faydalı, mesleklerimizde başarılı olalım ya da çok para kazanalım, ünlü olalım diye yapmadı ne yaptıysa; yalnızca bizim iyi olmamız ve kendimizi iyi yetiştirmemiz için yaptı sanıyorum, ki bence bu ülkenin en yapamadığı şeydir bu. Yani, öğrencileri araçsallaştırmadan, korkmadan, onlara güvenerek ve severek açık-uçlu bir şekilde kendi yollarından gitmeleri için uğraşmak. Bu olduğunda vatana millete fayda kendiliğinden gelen bir sonuçtu ve asıl zor olan bunu başarmaktı.
O bizi hiç ama hiç araçsallaştırmadı, kendi kariyeri için de yapmadı bunu nitekim okulun “Esat Baba’nın çiftliği” diye kötü bir şöhreti çıkmıştı ama o bunu pek takıyor gibi görünmemişti bize. Bu tam da onun eğitim metoduydu çünkü: disiplinsiz disiplin.
Sonradan onun tam tersine, fazlasıyla disiplinli, fazlasıyla sıkı, dersleri fazlasıyla önemseyen, her şeyi fazlasıyla önemseyen bir müdür atanmıştı yerine ve onu da hayırla hatırlarım ama Esat Müdür’le içsel bir bağımız daha vardı sanki. Bizi bize bıraktığı için çok bocalamıştık o yıllarda ama sonra sonra anladım ki gerçek bir eğitim tam da böylesi bir kendi kendine kalışla mümkündü.
Teşekkürler Müdürüm, bir defaya mahsus affedişleriniz için. Şimdi biz de Allah’tan bu dünyadaki eksikleriniz, noksanlarınız ve kusurlarınız için bir defaya mahsus af diliyoruz. Mekanınız cennet olsun!