Bugüne kadar iki halk oylamasında oy kullandım. 2007 yılındaki referandumun konusu, cumhurbaşkanını seçme yetkisinin Meclisten alınıp halka verilmesini öngören anayasa değişikliğiydi. AKP, müesses nizamın 367 rezaletini aşmak ve bir daha böylesine hukuki görünümlü hukuk-dışılıklara kapıyı tamamen kapatmak için doğrudan halkı yetkilendirme yolunu seçmişti. Aslında sonucu önceden belli bir referandumdu;halkın direkt söz sahibi olma fırsatını tepmeyeceği açıktı. Öyle de oldu; halk yüzde 69 ile teklifi onadı.
2010 yılında yapılan referandum daha geniş kapsamlı bir anayasa tadilini içeriyordu. 1982 Anayasasının 27 maddesi değiştirilmekteydi. 12 Eylül darbesinin sorumlularına karşı yargı yolu açılıyor, vatandaşlara bireysel başvuru hakkı tanınıyor, YAŞ kararları yargı denetimine açılıyor, askeri yargının alanı daraltılıyor, AYM ve HSYK’nın yapısı yenileniyordu. Toplumda üç eğilim vardı: AKP “evet”i, CHP ve MHP “hayır”ı, HDP ise “boykot”u savunuyordu. Canlı ve heyecanlı bir kampanyanın ardından halk yüzde 58 ile anayasa değişikliğine vize verdi.
Her iki halk oylamasında da gönül rahatlığı ile “evet” oyu verdim. Özellikle 2010’da “yetmez ama evet” sloganıyla yürütülen kampanyaya canla başla katkı sunmaya çalıştım. (Bir bahsi diğer, ama adı geçmişken değineyim: Şimdilerde kimileri “yetmez ama evet”i günah keçisi yapmak istiyor ve neredeyse memleketin başına gelen her türlü fenalığı o kampanyadan biliyor. Kesinlikle katılmıyorum; “yetmez ama evet” doğru bir tavırdı; hem o gün hem de bugün için.)
16 Nisan’da yine bir anayasa değişikliğini oylayacağız. Serbestiyet’te birçok yazar, nedenleriyle birlikte kendi renklerini açıkladı. Ben de bu yazıda kendi tercihimi ve dayanaklarını belirteceğim. Oyum bu kez “hayır” olacak. Gerekçelerimi birkaç noktada özetleyebilirim.
Kötü bir başkanlık kopyası
(1) Diğer hükümet sistemlerine olduğu gibi başkanlığa da kategorik bir karşı duruşum yok. Hattâ Türkiye için iyi organize edilmiş bir başkanlığı, parlamentarizme tercih edebilirim. Başkanlığın sağlıklı bir şekilde işlemesi için üç önemli şarttan bahsedilebilir. Bunlar: temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alınması; denge ve denetleme mekanizmalarına yer verilmesi; adem-i merkeziyetçi bir yönetim modelinin kabul edilmesidir.
16 Nisan’da halka sunulacak olan teklif bu bağlamda irdelendiğinde, yüreklere su serpen bir tablonun olmadığı açıktır. Zira teklifte temel hakları genişleten bir düzenleme bulunmuyor. Denge ve denetleme mekanizmaları ihmal ediliyor. Merkezden yerele herhangi bir yetki devredilmiyor. Teklif, orijinal başkanlık sisteminden ciddi şekilde sapıyor.
Elbette “ABD başkanlık sistemi mot à mot uygulanacak” diye bir kural yok. Ayrıca bu mümkün de değil; her ülke kendi şartlarını gözetir ve benimsediği hükümet sisteminde buna uygun rötuşlar yapabilir. Ama bir sistem bu denli özünden koparılamaz. Türkiye’nin bu denli kötü bir başkanlık kopyasını hak etmediği kanısındayım.
(2) Anayasa değişiklik teklifinin hukuki-teknik yanına ilişkin görüşlerimi beş yazıda dile getirmeye çalıştım. (Serbestiyet,25-26-27-28 Mart ve 2 Nisan) Eleştirilerimi ve önerilerimi tekrarlayacak değilim, ama temelde şunu söyleyebilirim: Değişiklik metni birçok açmaz barındırıyor; yasama, yürütme ve yargı arasındaki mesafeyi silikleştiriyor; kuvvetleri ayırması gerekirken kuvvetleri tek elde birleştirme gayesi taşıyor. Demokratik denetim mekanizmalarını çok güçsüz bırakıyor. Yasama ve yargının, yürütmeyi kontrol etmesinin önüne çeşitli engeller koyuyor.
Sistem bir şahsa güven üzerine bina ediliyor. 1982 Anayasasının kanun koyucusu, nasıl ki hep Evren ve Evren tarzı kişilerin başta olacağı beklentisiyle hareket etmişse, mevcut teklifin hazırlayıcıları da hep Erdoğan ve Erdoğan tarzı kişilerin iktidara oturacakları düşüncesiyle kalemealınmış. Bu, iki açıdan yanlış. Bir, yakın tarih böylesi beklentilerin çok da gerçekçi olmadığını gösteriyor. Ve iki, kişi bazlı modellerin demokratikleşmeden ziyade otoriterleşmeye hizmet etme ihtimali çok daha yüksek.
İdam ve kalıcı 1982 Anayasası
(3) AKP-MHP’nin anayasa değişikliği vesilesiyle girdikleri ittifak, Türkiye’nin geleceği bağlamında iki önemli soruntaşıyor. Birincisi, son derece sert bir milliyetçi söyleme yaslanan bu ittifak, genelde bir demokratikleşme ve özgürlük perspektifini yansıtmadığı gibi, özelde Kürt meselesinin çözümü noktasında da bir umut vermiyor. Teklifi savunma sadedinde söylenenlere bakıldığında, bu rahatlıkla tespit edilebilir. Mesela Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin idama dair sözleri işin vahametini çok çıplak bir şekilde ortaya koyuyor. Bilhassa Erdoğan idamı kampanyanın en önemli vaatlerinden biri yaptı. Hükümetin bütün uzak durma ve bulaşmama çabasına karşın Erdoğan idam mevzuunu öyle bir noktaya getirdi ki, artık kendisi için bile geri dönüşü zor bir yola girdi.
İkincisi, mezkûr ittifak, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu yeni ve demokratik bir anayasayı çok güçleştiriyor. Zira Erdoğan’ı anayasa değişimi konusunda motive eden, başkanlıktı. MHP’nin ise anayasa konusundaki temel talepleri ilk dört maddeye dokunulmaması, anadilde eğitime geçit verilmemesi, vatandaşlığın etnik tanımından vazgeçilmemesi ve herhangi bir adem-i merkeziyetçi reformun yapılmamasıydı.
Referanduma gidecek metin, her iki ortağın da isteklerini karşılıyor. Kabul edildiği takdirde AKP ve MHP yeni bir anayasa defterini kapatır, anayasayı değiştirme yönünde bir irade göstermezler. Belki anayasal krizler bir değişikliği tetikleyebilir, ama her hâlükârda 1982 Anayasası daha uzunca bir süre varlığını idame ettirir. Bu da Türkiye için hayırlı bir netice doğurmaz.
Mevcudu savunmak
(4) Mer’i sistem birçok probleme sebebiyet veriyor. Benim açımdan ne savunulabilir bir tarafı var, ne de sürdürülebilir bir tarafı. Dolayısıyla değişmesinden ancak memnuniyet duyarım. Fakat bu değişimin de müspet bir seyir izlemesi icap eder. Oysa getirilen öneri gerek hukuki ve gerek siyasi yönlerden işleri daha da kötüleştirebilecek bir potansiyel taşıyor. Bu itibarla, benim için, bu anayasa değişimine karşı durmak mevcudu savunmak anlamına gelmiyor. Tam aksine, gerçek bir değişimin önünü açık tutmayı imliyor.
(5) Hepimiz akıl izan sahibi insanlarız. Sandık başına gideceğiz ve hükümet sisteminin ne olacağına karar vermek için oylarımızı kullanacağız. Burada önemli olan, tek tek bireyler olarak bizim ne düşündüğümüzdür. Artıları ve eksileri tartıp bir karara varmamızdır.
2007’de ve 2010’da “evet” derken sadece aklıma ve vicdanıma müracaat ettim. Kimin evet, kimin hayır dediğiyle ilgilenmedim. Siyasi fikriyatımı şekillendiren ilkelere uygun gördüğümü destekledim, yanlış bulduğumu eleştirdim.
16 Nisan’daki kararımı belirleyen de budur. Dolayısıyla — bazılarının yaptığı gibi — başkalarının tavrı üzerinden bir rota tayin etmenin çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Zira siyasi alanda aktörlerin ittifak ilişkileri ve tutumları konjonktüre ve çıkarlara bağlı olarak sürekli bir değişim gösterir. Misal;“evet” cephesinin ortakları olan AKP ve MHP arasında kısa bir süre öncesine kadar büyük bir çekişme vardı. Hattâ bugün Erdoğan’ın en büyük destekçisi olan Bahçeli, daha dün sayılabilecek bir tarihte Erdoğan’a “Ver Bilal’i al iktidarı”diye sesleniyordu. Ya da şimdilerde Erdoğan’ın çok sert eleştirilerine muhatap olan AB, 2010’a kadar hem içte hem dışta Erdoğan’ın en mühim dayanak noktalarından biriydi.
Netice-i kelam, siyasette öyle mutlak kalıcı pozisyonlar yoktur; bugün birbirlerine karşı düşman postuna bürünenler yarın can ciğer kuzu sarması olabilirler. O nedenle ona buna bakıp bir yola girenler yanılabilir. “Filankesler ‘hayır’ diyor, o halde biz ‘evet’ diyelim” ya da “Falankesler ‘evet’ diyor, o halde biz ‘hayır’ diyelim” tavrı, doğru bir ölçüt olamaz. Doğru ölçüt, insanın kendi muhakemesidir.
Cennet ya da cehennem
16 Nisan akşam saatlerinde sonucu almış olacağız. Halkın iradesi ister “evet”, ister “hayır” olarak tecelli etsin, iki hususu her daim aklımızda tutmalıyız.
Birincisi, kampanya süresince evet ve hayır taraftarları 16 Nisan’a gereğinden fazla bir anlam yüklediler. Evetçilere göre kendi tercihlerinin galip gelmesi halinde terörün beli kırılacak, vesayet odakları dağıtılacak, ekonomi uçacak, dünyaya ders verilecekti. Tersi durumda ise terör azacak, ekonomi kırılganlaşacak, vesayet odakları gaza basacak, ülke dışarıdan manipülasyonlara açık hale gelecekti.
Keza hayırcılara göre de, “evet” kazandığında memleket tek adama esaret haline girecek, bütün demokratik kazanımlar ortadan kalkacak, azgın bir diktatörlük kurulacaktı. Ama hayır çıktığında herkes kazanacak, demokratik bir hamle yapılacaktı.
Her iki tavır da son derce abartılı; halk oylamasında varılacak sonuca göre Türkiye “cennete” ya da “cehenneme” dönecek değil. Bir anayasa değişikliğine bu kadar büyük sonuçlar bağlanamaz. Tanel Demirel’in haklı olarak işaret ettiği gibi:
“Anayasalar ve genel olarak kurumsal yapılar demokratik oyunu oynayan aktörlerin davranışlarını belirlemezler. Bazı eylemleri teşvik edip bazı maliyetleri artırarak aktörlerin manevra alanlarını sınırladıkları için etkileri dolaylı ve ikincildir. Anayasaların nasıl yorumlanacağı siyasi güç dengelerine göre şekillenecektir. Demokrasinin akıbetini belirleyen asli unsurlar yerel ve uluslararası sosyal ve siyasi dinamiklerle varlıklarını demokratik rejime borçlu olan siyasi aktörlerin yaptıkları ve yap(a)madıklarıdır.”
Yani hem evetçilerin hem de hayırcıların “cennet” ve “cehennem” senaryolarına fazla itibar etmemek lazım. Hangi sonuç çıkarsa çıksın 17 Nisan’dan itibaren hayat da, sistem tartışması da, anayasal arayışlar da devam edecek.
Meşru siyasal pozisyonlar
İkincisi ve daha önemlisi, hem “evet” hem de “hayır” meşru siyasal pozisyonlardır. Bir anayasa değişikliği mevzubahis olduğunda bireyler farklı öngörülerde bulunurlar. Herkes geleceğin nasıl biçimleneceğini tahmin eder. Ancak kimse hakikatin sırrına vakıf değil. Geleceğin anahtarını elinde tutan biri de yok. Ne tahminlerimizin tutacağının bir garantisi var,ne de bir tahminin diğerine karşı kategorik bir üstünlüğü. Dolayısıyla bireylerin değişik öngörü ve beklentilerden hareketle “evet” veya “hayır”a gönül indirmeleri hem doğal hem de meşrudur.
Keza insanların öncelikleri de birbirinden ayrıdır. Birininhayati değer biçtiği bir husus diğeri için önem sıralamasında altlarda kalabilir. Tabiatıyla herkes önceliğine bağlı olarak bir siyasi konum alır ve “evet” ya da “hayır”ı tercih eder. Her iki tercih de meşrudur.
Nihayetinde bu bir yarıştır; günün sonunda bir tercih diğerine galebe çalar, “karar”a dönüşür. Bir taraf kazanır diğer taraf kaybeder. İster kazanan ister kaybeden tarafta olsun bütün siyasi ve toplumsal aktörlere düşen, halkın seçimle şekillenen iradesine saygı duymaktır.