Ana SayfaYazarlarNeden olamaz?

Neden olamaz?

[18 Ekim 2015] Ne olamaz? Ankara mitingini bombalatan, AKP veya hükümet veya Cumhurbaşkanı Erdoğan veya bu çevrelerden, lider kademesindeki başka herhangi bir önemli kişi olamaz. İdeolojik ve politik açıdan böyle bir niyetleri olup olamıyacağının ötesinde (ki onu da tartışırım), sırf pratik bakımdan olamaz.

 

Eğri oturup doğru konuşalım. Bazen hem topluma, hem medyaya şaşıp kalıyorum. Bir yandan, aşikâr ki binlerce, belki onbinlerce insan buna inanıyor. Zaten popüler kültür komplo teorilerine son derece yatkın. Üstüne, Kürtlerin Demirtaş’a ve HDP’ye bağlılığı biniyor. Daha da üstüne, sırf bir kimlikten ibaret kalmış solculuğun, her durumda devlet karşıtı ve temelde din korkusu nedeniyle özellikle AKP düşmanı refleksleri biniyor (bu konuda esaslı bir tahlil için, Serbestiyet’te bkz Gürbüz Özaltınlı, Sorumluluk duygusu ve sağduyunun uğramadığı bir dünya, 12 Ekim; A world of irresponsibility and common sense, 18 Ekim 2015). Hattâ iş, Türkiye’den dış dünyaya iletilen imdat mesajları ve gerçek dışı koşullandırmalarla, 10 Ekim katliamında devlet parmağını araştırmak üzere Birleşmiş Milletler komisyonları kurulması ve yaklaşan 1 Kasım seçimlerinin de gerek devlet şiddeti, gerek hile olasılığı imâ edilerek uluslararası denetim altına alınması taleplerine kadar varıyor. (Böyle bir metin daha yeni elime geçti. Bazı çok vahim ifadeler söz konusu. Örneğin “Ankara katliamının gerçekleşmesinde devlet aktörlerinin rolü olduğuna dair ciddi iddialar”dan söz ediliyor; Demirtaş’ın genelgeçer lâfları dışında, hani nerede? Ayrıca, “otoriter ve gayrimeşru bir rejime direnen Türkiye halkları”na “uluslararası destek” isteniyor; gayrimeşruluk nitelemesinin saçmalığı bir yana, bu, açıkça PKK terörüne arka çıkmak değil de ne? Bir yerinde, neredeyse bütün ülkelerin Türkiye’yle ilişkilerini kesmeleri dahi önerilmekte. Hem çıplak bir şiddet savunusu, hem apaçık bir manda çağrısı hüviyeti taşıyor. Benim, bir iç ve/ya dış müdahale ortamının hazırlanmak istendiğine ilişkin öngörümü tamamen doğrulayan bu “uluslararası akademisyenler bildirisi”ni ayrıca ele alacak; bu lâflar ne demek, gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz diye tane tane soracağım.)

 

Diğer yandan, gariptir, bunca televizyon kanalı, gazete ve dergi, Selâhattin Demirtaş’ın katliamdan net dokuz dakika sonra sarfettiği “AKP iktidarının eveleme geveleme şansı çoktan bitmiştir. Katilsiniz. Eliniz kanlıdır. Yüzünüzden ağzınızdan her yerinize kan sıçramıştır. (…) [D]evlet, Ankara'nın göbeğinde büyük bir katliama imza atmıştır” sözlerindeki suçlamayı, başlıbaşına olabilirlik açısından tartışmaya hemen hiç girmiyor. Bir kesim sırf kendi siyasî amacı, daha doğrusu nefreti doğrultusunda buna göz kırpıyor. Diğer kesim ise kızıyor, köpürüyor, lânetliyor — ama herkesin anlayabileceği şekilde tane tane çürütmeye kalkışmıyor. Geçenlerde bir toplantıda da söyledim: bütün basında, ama en çok da hükümet yanlısı basında, inanılmaz bir tembellik ve basmakalıpçılık söz konusu. Öyle ki, yukarıda saydığım bütün olgular ortadayken, bazı yöneticilerin “artık bu kadar da aşikâr bir şeyi anlatıp açıklamaya gerek var mı?” dediğine bizzat tanık oluyorum.

 

Bu kadar keşmekeş içinde, aşırı kutuplaşmış, değerlerini ve parametrelerini yitirmiş, ne düşüneceğini bilemeyen bir kamuoyu karşısında, nasıl “gerek var mı” denebilir; ben de onu anlamıyorum. Geçen hafta çıktığım bazı televizyon programlarında bunları enine boyuna tartıştık. İlkinde, 24TV’de Zeynep Türkoğlu’nun Perşembe 20:10-20:55 arasındaki “Açık Görüş” programının konuğu (ve galiba, bundan böyle “daimî” konuğu) oldum. İkincisinde, Gülay Göktürk’le birlikte Akif Beki’nin CNN Türk’teki “Baştan Sona” programına çıktık (Cuma 22:30-24:00 arası). Konuşulanları topluca ele alırsak, benim açımdan iki temel mesele öne çıktı: (a) Doğrudan doğruya gerçeklik sorunu; (b) Demirtaş’ın bu iddiayı neden ortaya attığı ve sonra ne gibi zigzaglar çizdiği, hangi noktalarda savunmaya geçtiği (ama neden tutturamadığı) sorunu. Bundan sonrasını, her iki programda kısmen söylediklerimden, kısmen de not aldığım ama tam söyleyemediklerimden aktarıyorum.

 

Şu birinci gerçeklik sorunundan (“uluslararası akademisyenler bildirisi”nin “ciddi iddialar” dediği, ama Selâhattin Demirtaş’ın belâgati dışında en küçük belirtisi olmayan noktadan) başlayalım. Karşılaştırmalı tarih her zaman yararlıdır, ufuk açar. Hakkında böyle şehir efsanelerinin dolaştığı başka tarihsel örnekler de var. Neden olamaz? Kronolojik sırayla (1) Japon İmparatorluk Donanması’nın altı büyük uçak gemisini içeren bir vurucu görev grubuyla gerçekleştirdiği 7 Aralık 1941 Pearl Harbor baskını, neden “aslında” ABD Başkanı Franklin Roosevelt (FDR) tarafından emredilmiş ve Amerikan hava kuvvetlerince gerçekleştirilmiş olamazsa, aynı nedenlerle olamaz. (2) 1941-45 yılları arasındaki Yahudi soykırımı, neden “aslında” olmamış olamazsa, aynı nedenlerle olamaz. (3) 17 Ağustos 1999 Gölcük depremi (ya da büyük İstanbul depremi), neden “aslında” Amerika ve/ya Japonya’nın yeraltı deprem deneylerinden kaynaklanmış olamazsa, aynı nedenlerden olamaz. (4) El Kaide’nin 11 Eylül 2001 New York İkiz Kuleler ve Pentagon saldırıları, neden “aslında” Başkan George W. Bush’un emriyle ve/ya CIA tarafından gerçekleştirilmiş olamazsa, aynı nedenlerle olamaz. 

 

Devlet yapısının çok katlı karmaşıklığıyla da birleşen, aşılmaz bir gizlilik sorunundan, daha doğrusu mutlak gizliliğin ve sızmaların önlenmesinin olanaksızlığından ötürü olamaz. Bu gizlilik kısıtı farklı şekiller alabilir. Yukarıdaki (2) örneğinde, gerekli mizansen kimse farkına varmadan kurgulanıp yerli yerine konamayacağı için olamaz. Bir düşünün: Nazi ideolojisi, daha önceki ghetto’laştırma aşaması, Wannsee toplantısı, SS belgeleri dahil bütün iç yazışmalar ve kamplardan kurtulabilenlerin kendi tanıklıkları vb bir yana; sahada, arazideki olanca fiziksel deliller söz konusu. Auschwitz ve bütün diğer temerküz ve ölüm kamplarının kalıntılarını, Yahudilerin boşaltıldığı tren istasyonlarını, dikenli telleri, kulübeleri ve ranzalarını gaz odalarını, krematoryumları, mahkûmlardan sökülüp alınmış yüzbinlerce altın diş ve kafalarından kesilmiş tonlarla saçı, geriye kalan elbiseleri, bavulları, oyuncakları, fotoğrafları, tek tük saklanmış veya dışarıya kaçırılabilmiş günlükleri ne yapacağız? Holokost’un uydurma olması için, bütün bunların da uydurma olması gerekli. Bu da tek bir şekilde mümkün olabilir: Her nasılsa daha 1945’te Müttefiklerce ve son derece hızlı bir şekilde imal edilmiş olmaları koşuluyla. Şimdi tekrar düşünün: O yanmış yıkılmış Avrupa’da, üstelik doğudan Sovyetlerin, batıdan ABD, Britanya, Kanada, Fransa vb ordularının girdiği Orta ve Doğu Avrupa’da, bir kere bütün Müttefikler böyle bir yalan üzerinde anlaşacak ve birlikte yürürlüğe koymaya karar verecek; ardından müthiş bir üretim faaliyeti başlayacak ve bütün ölüm kampları, “aslında” öyle bir şey olmadığı halde, bütün aksesuarlarıyla birlikte sıfırdan inşa edilecek, üstelik de yüzleri eskitilip, yer yer yakılıp yıkılmak suretiyle otantik görüntü verilecek, sonra taşınabilir malzemenin bir bölümü müzelere yerleştirilecek (saçlar ve dişler için bir senaryo yaratamıyorum) — ve bütün bu işlerde herhalde en az altı devletin otoritesine bağlı yüzlerce, belki birkaç bin kişi çalışacak; çok geniş bir koordinasyon ve organizasyon söz konusu olacak. Ama hem o anda bütün Avrupa ve dünya kamuoyunun ruhu duymayacak, hem de sonraki onyıllar boyunca kimseden, ama kimseden en ufak bir sızıntı çıkmayacak! Keza, yukarıdaki (3) örneğinde, bütün gelişmiş kapitalist ülkelerin ve sayısız dinleme-araştırma kurumunun, bırakın nükleer patlamaları, füze denemelerini dahi saniyesinde tesbit edebildiği teknolojik koşullarda, sözü edilen iki ülke (ABD ve Japonya) gizli gizli yapay deprem denemeleri yürütürken işler her nasılsa kontrolden çıkacak ve İstanbul ile çevresinde 18,000 kişi ölecek — ama kimse bunun nereden kaynaklandığını saptayamayacak; kimbilir o hayalî araştırma laboratuvarlarında ve deney kadrolarında kaç yüz/bin kişi yer alıyor olmalı ama onlar da topyekûn susacak ve aralarından tek bir vicdanlı muhbir çıkmayacak. Gelgelelim, bir yerden bir sızıntı olacak gene de, çünkü rivayet 2000 yılının İstanbul’una ulaşacak ve mimarlar arasında gezinmeye başlayacak, ama dikkat edin, hem Japonya veya Amerika’dan buraya nasıl geldiği esrarını koruyacak, hem de İstanbul’un güzide mimarları duyacak ama dünya basını duymayacak, bilmeyecek ve yazmayacak!       

 

Bu ilk iki örnekle neyi anlatmak istediğim hayli açık olsa gerek: Böyle iddiaları ortaya atan insanların, (i) üzerinde ileri geri konuştukları hayalî senaryoların olası boyutları ve karmaşıklığı hakkında; (ii) ABD ve Batı toplumlarının heterojenliği, geçirgenliği veya şeffaflığı hakkında; (iii) özellikle de bu toplumlarda basının işleyişi, girişimciliği, rekabet ve haber hırsı hakkında az buçuk bir bilgi ve fikirleri; (iv) bütün bunların yanısıra, veya belki bütün bunların muhassalası halinde, (Gürbüz Özaltınlı’nın da dikkat çektiği gibi) belirli bir sağduyularının olması lâzım. Her iki ihtiyaç, yukarıdaki (1) ve (4) örneklerine geldiğimizde tavana vurmakta. Çünkü burada, artık kendi halkına, kendi ordusuna, kendi insanına karşı büyük katliam projeleri söz konusu. Onyıllarını “kahrolsun ABD emperyalizmi” diye bağırmakla geçiren bir solculuğun, her taşın altından CIA’nin çıktığı yekpare, homojen bir diktatörlük tasavvuru, Amerikan toplumunu (ve daha genel olarak dış dünyayı) hemen hiç tanımadıklarını yansıtıyor. Bir kere bu, çok geniş ve kendi içinde fevkalâde çeşitlilik arzeden bir toplum; binbir farklı görüş, tercih ve alt-kültür içeriyor. Tektip kalıplanması ve hizaya sokulması olanaksız. Nitekim, istediğiniz kadar “burjuva” diye horlayın; ciddi bir demokrasisi, sayısız mahreciyle özgür ve profesyonel bir basını, keza özgür ve özerk (dış telkinlerden etkilenmesi hayli zor) bir yargı sistemi var. Belki en önemlisi, devlet fetişizmi yok; tersine, ilkokul sıralarından itibaren, bireye ve insan hayatına öncelik tanıyan liberal-demokratik öğreti, şu veya bu ölçüde gençlerin içine siniyor. Herkes mi kusursuz birer demokrat olup çıkıyor; elbette hayır, ama bu değerlerin sonuçta hatırı sayılır bir ağırlığı oluşuyor. Derin devlet, orada da kanunsuz ve ruhsatsız işler yapabilir ve yapıyor; telefon dinliyor ve e-posta haberleşmelerini izliyor örneğin, ya da Bin Ladin olayında görüldüğü gibi, spot cinayetlerle Amerika’nın “düşman”larından şurada bir, orada iki kişiyi kâh deniz komandoları, kâh insansız hava araçları marifetiyle temizliyor. Ama bu gri, sisli alanda dahi, göreli bir şeffaflık ve hesap verirlik söz konusu. Bu tür “kirli işler” (dirty tricks) çok sürdürülemiyor ve kapsamı çok geniş olamıyor; öyle ki, belirli (ve çok da yüksek olmayan) bir sınırı aştığı anda kıyamet kopuyor; mutlaka birilerinin vicdanına dokunuyor, dolayısıyla whistle-blower denen namuslu muhbirler üzerinden basına sızıyor, kamuoyuna maloluyor, sonra da yargı sürecini durdurmak mümkün olmuyor. İşte size basit bazı hatırlatmalar: Vietnam Savaşı sırasındaki My Lai katliamının açığa çıkması; Watergate skandalının çözülmesi ve Nixon’a kadar uzanıp cumhurbaşkanlığından istifaya mecbur etmesi; 9/11 sonrasında CIA’nin işkence yaptığının bizzat CIA yetkililerince itirafı; en son, Edward Snowden ve Wikileaks olayı. Bazısında, ideolojik bakımdan kabullenilmiş bir “düşman” tanımına karşı dahi belirli kuralların ihlâline; bazılarında ise o “düşman, biz ve fayda” kavramlarının aşırı genişletilip çarpıtılmasına tepki öne çıkıyor.

 

Peki, ya Pearl Harbor ve 9/11 efsanelerinde olduğu gibi, kendi ordusu ve hava kuvvetlerini kendi halkına saldırmak için kullanma olasılığı? Manyaklığa bakar mısınız (başka sözcük bulamıyorum); Roosevelt “Pearl Harbor’daki üssümüzü, gemilerimizi, askerlerimizi biz bombalayalım, milyarlarca dolarlık zırhlıları batıralım, Pasifik filomuz diye bir şey bırakmayalım (ve Japonya karşısında çok zayıf duruma düşelim), birkaç bin askerimizi de öldürelim, yeter ki Amerikan kamuoyu galeyana gelsin ve sonunda Japonya’ya karşı savaş açabilelim” tarzı bir emri (a) kime ve nasıl vermiş olabilir; (b) yani özel olarak kime güvenip yanına çağırır bu emri vermek için; (c) Başkanın neredeyse hiç mahremiyetinin olmadığı, en ufak randevunun, giren çıkanın kaydedildiği Beyaz Saray’da, bütüm maiyetinden, yaverlerinden, kâtiplerinden biri bile kaydetmez mi bu özel görüşmeyi; (d) daha sonra emir-kumanda zincirinde aşağılara nasıl iner, genelkurmaydan donanma komutanlığına, oradan Pasifik filosuna, oradan uçak gemileri görev grubuna nasıl intikal eder; (e) saldırıya kaç ABD uçağı (yani pilot) katılır, bu uçaklar nasıl boyanıp Japon uçağı kılığına sokulur; (f) uçak tipleri de çok farklı olduğuna göre, Amerika’da olmayan şöyle böyle 200 kadar Mitsubishi vb uçakları mı satın alınır (rakip ve düşman) Japonya’dan, sırf bu amaçla; (g) sonuçta, Beyaz Saray’ın ve deniz kuvvetlerinin en tepesinden yüzlerce pilota varıncaya kadar, bu komploya kaç kişi dahil olur ve nasıl ikna edilirler, hem kendi vatandaşlarına saldırmaya hem de bunu ömürleri boyunca gizli tutmaya? Askerlikte, astların kanunsuz emirleri yazılı olarak isteme hakkı diye bir şey var. Kendi üssünü, donanmanı, askerleini bombalatmaya kalkmak, olabilecek kanunsuzlukların en ağırı. Amerikan ordusu görece hayli kuralcı bir ordu. Kimse mi direnmez yazılı emir isterim diye; ya da birileri direndiği anda (Türkiye’de az mı insan direndi, Ermeni soykırımı emirlerine karşı), bu operasyonun bütünlüğü için ne anlama gelir? Aynı hususlar İkiz Kuleler için de geçerli. İster doğrudan “W,” ister Cheney, ister Rumsfeld, ister CIA’nin başı veya alt-direktörlerinden biri — kime ve nasıl vermiş olabilir, böyle bir saldırı emrini? “Elimizin altındaki, El Kaide komutanları kılığına girerek gizlice eğitip hazırladığımız, cihad uğruna her türlü fanatizmi yapabilecek Arap komandolarımıza iki üç uçak kaçırtıp Dünya Ticaret Merkezi gökdelenlerine ve Pentagon’a çarptıralım ki, üç beş bin Amerikan vatandaşının ölümü pahasına ‘teröre karşı savaş’ açmak ve Irak’a girmek için geçerli bir bahanemiz olsun. Ahlâkınız rencide olmasın, vicdanınız burkulmasın; sonuçta bu, Amerika’nın yararınadır.” Faraza böyle bir emir ilk ağızda kime aktarılır? Kaç elden geçer? Her aşamada, sonuçta kaç kişinin haberi olur? Hepsinin kayıtsız şartsız itaati ve sessizliği nasıl sağlanır? Belki bir kişi böyle toptan amoral (ahlâküstü) bir Makyavelist ve Sosyal Darwinist olabilir de, bütün bir eğitim – donatım – hazırlık – sevk ve idare ekibinin kendi vatandaşlarına karşı benzer amansızlığı ve acımasızlığı garanti edilebilir mi? Hele demokratik, ikktidarların kısa süreli olduğu, dört yılda bir bir ekibin gittiği ve diğerinin geldiği, dolayısıyla sonsuz ve sınırsız sadakat diye bir şeyin de olmadığı bir toplumda ve ülkede?     

 

Bütün bunlardan sonra, gelelim 10 Ekim katliamına. Benzerlikler açık. Bırakın “diktatörlük” masallarını; ilgisi yok Türkiye’nin rejim gerçeğiyle. Esas olarak demokratik bir toplum ve ülke. Amerika’daki çoğulluk ve heterojenlik, Türkiye’de fazlasıyla mevcut. Birleştirici ve bağlayıcı inanç diye bir şey, şu anda mumla arasanız bulamazsınız. Özetle, hiçbir gizli-katı yaptırım ve yüzde yüz itaat çemberi mümkün de değil, mevcut da değil. Bunun sadece iki istisnası var: PKK ve IŞİD; ama onların kendi içlerinde yapabileceklerini devlet yapabilmekten çok uzak. Unutmayalım; 1980 ve 90’ların derin devletinin karanlık icraati — Diyarbakır cezaevi, “faili meçhul” denen JİTEM cinayetleri, “Yeşil”leri, intihar eden MİT’çileri, yakılan ve boşaltılan köyleri — dahi er veya geç açığa çıktı, herkesin bilincine yerleşti. Bugün ise, bir kere hükümetin kendisi sallantıda. Korkunç emirler belirli bir kalıcılık ve sarsılmazlık güvenini gerektirir. Yapacağız ve ilelebet izi bulunmayacak. Sovyetlerin yıkılmaz sanıldığı 1930’larda ve Stalin’le olur; Atatürkçü derin devletin yıkılmaz sanıldığı benzer dönemlerde olur; iki seçim arasındaki, mutlak çoğunluğunu zaten yitirmiş AKP ile, Amerikan dizilerindeki klişe ifadesiyle, “hayal bile etmeyin (edilemez), aklınızdan dahi geçirmeyin (geçirilemez)” demek gerekir. Üstelik, malûm, rejimin yargısı da, polisi de paramparça. Paralel Yapı her yere girmiş. Ortaya habire yeni tape ve/ya montajlar çıkıyor; unutmayın, MİT Müsteşarının başkanlığındaki Oslo görüşmeleri bile basına sızdırılıyor; güvenli odalarda yapılan konuşmalar dahil herkes ve her şey dinlenebiliyor; devvletin bir ayağı diğer ayağına, Jandarma İstihbarat . MİT tırlarına operasyon düzenleyebiliyor. Ama enteresandır; her bant kaydının (AKP’nin aleyhine olduğu sürece) üzerine atlamaya ve mutlak doğru olduğunu hararetle savunmaya hazır olan kişi ve çevreler, bu durumdan, faraza AKP’nin neleri yapıp yapamıyacağı konusunda hiçbir mantıkî çıkarsamaya gitmiyor, gidemiyor. Üstelik medyada herşey konuşuluyor, yazılıp çiziliyor, yayınlanıyor — KCK bildirilerine, HPG bültenlerine, Bese Hozat’ların, Cemil Bayık’ların, Murat Karayılan’ların “yeni devrimci halk savaşı”nı teorileştiren ve ilân eden yazılarına varıncaya dek. Öyle bir “diktatörlük” düşünün ki, “otoriter ve gayrimeşru bir rejime direnen Türkiye halkları”na uluslararası destek çağrıları serbestçe yapılıyor; imza toplanıyor; dört dilde her yere yollanıyor. Bu ne demektir, nasıl bir ortamdır; bir kere demokrasi değil midir; ikincisi, bazı yönleriyle düzenin gücünün değil zaafının, basbayağı düzensizliğin göstergesi değil midir; kimse durup düşünmek zahmetini göstermiyor.

 

Bırakalım, Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun ve diğer AKP ya da hükümet liderlerinin “ılımlı İslamcı” diye tarif edilen ideolojisinde, böyle bir komploculuğun, kıyıcılığın, kan dökücülüğün hiçbir izinin olmadığını. Bırakalım, Türkiye’de İslâmcıların her zaman şiddetten uzak durmuşluğunu; hele potansiyel canlı bombalar bulup eğitmek gibi işlerle hiçbir ilgilerinin olmadığını. Sadece ve sadece, baştan beri uyguladığımız “pratik yapılabilirlik ve gizli kalabilirlik” açısından düşünelim. ABD için sorduğumuz soruları tekrarlayalım: Kim, hangi kademeden verebilir, IŞİD’çi profilinde intihar bombacısı devşirip Ankara mitingini bombalatma emrini? Hangi kademelerden geçer; kaç kişinin bundan haberi olur; geçmişte hemen hiçbir konuda gizlilik sağlayamamış bir devlet aygıtı, şimdi böyle bir gözü dönmüş vahşet etrafında, tek bir whistle-blower çıkmasına olanak tanımayacak bir gizlilik ve sessizlik duvarı örebilir mi? Selâhattin Demirtaş geçmişte “Saray Gladyosu” dedi. Hani, nerede? Varlığına dair tek bir belirti, herhangi bir somut gösterge var mı elinizde? Kim eğitmiş, yetiştirmiş, nerede saklamış bunları? Emniyetin ve yargının Suriye’deki IŞİD’cileri ve potansiyel canlı bombacıları izlemesine ilişkin tapeler, şimdi tersyüz edilip devlet veya hükümet için çalışmakta oldukları şeklinde sokulabilir mi?

 

Bilmiyorum, şu yazdıklarım dahi kültürsüz, dünya bilgilerinden yoksun, devletin ne olduğu ve nasıl çalıştığından habersiz (ya da sadece “hakim sınıfların baskı aracıdır” faslını ezberlemiş), bu kadar yüzeysel ve önyargılı, Gürbüz Özaltınlı’nın aradığı sağduyudan nasibini alamamış, 140 vuruşluk lâf sokuşturmalar müptelâsı, solcu, yarı-aydın, “okumuş faşizan” bir kamuoyunu ikna etmeye yeter mi? Olduğu kadar diyelim; gelecek sefer, Demirtaş’ın bu konudaki zizaglarını ele alacağım. 

 

- Advertisment -