[19 Mart 2016] Nelerden geçiyoruz ortalık toz duman; görünürde ilke, doğru siyaset, güvenilir ahlâk diye bir şey kalmadı.
Nelerden geçiyoruz millet barış geldi derken PKK kör kör parmağım gözüne yeni bir savaş başlattı güneydoğuda. Türkiye’de eşitlik ve özgürlük değil Suriye’de toprak ve devlet uğruna. Nelerden geçiyoruz bunu bile savunanlar, savaşı seçim kazanmak için asıl Erdoğan başlattı diye mazur göstermeye kalkanlar çıktı. Hâlâ inananlar var sağda solda.
Nelerden geçiyoruz Kürt halkı destek vermedi PKK’nın bu son macerasına. HDP’ye yüzde 90 oy verdiği yerlerde bile, sokaklara dökülmedi, yürüyüşe geçmedi, mitinglere katılmadı.
Nelerden geçiyoruz PKK inatla sürdürdü kitleden kopuk çizgisini. İlçe merkezlerinde hendekli barikatlı işgaller yoluyla kurtarılmış bölgelerde doğrudan kendi iktidarını kurmaya girişti. İki üç yıl hazırlanmışlar anlaşılan. Bunu barışçı demokratik bir çerçevede yerel özyönetim hakkının kullanılmasına benzetti. Yerel tabanı kalkan olur, Batı da ezilen bir halkı savunmak uğruna harekete geçer ve Türkiye’ye baskı yapar; sonuçta devlet üzerine gelemez, gelirse de katliam yapar sandı.
Nelerden geçiyoruz hiçbiri ama hiçbiri gerçekleşmedi. Tersine, hele örgütten soğuyan kalabalık Kürt kesimleri kaçıp gidince, PKK dar kentsel ortamlarda kapana kısılmış oldu. Kandil’in umduğunun tersine, güvenlik güçleri sivil halka büyük kayıplar verdirmeden ilerledi. Haftalar, aylar boyu bütün o mayınlanmış bodrumları, tuzaklanmış hendek ve barikatları birer birer temizledi. Silâh ve cephane depolarını bulup çıkardı. En önemlisi, yerel örgütlenme ağlarını kırıp dağıttı. PKK’nın aynı işgalleri tekrarlayabilecek kadro enfrastrüktürü, emir-kumanda zinciri paramparça oldu.
Nelerden geçiyoruz her koşulda devleti haksız, bütün ayaklanmacıları ise (hele silâha sarıldıklarında) romantize edip haklı bulmaya alışmış bir aydın solculuğu koştu yardıma. İçinde PKK’nın yaptıkları hiç geçmeyen; tersine, hükümeti güneydoğuda (soykırımın hukukî tanımına uyacak şekilde) katliam yapmakla suçlayan ve uluslararası kurumlara şikâyet eden bir bildiri yazdılar. 1128 öğretim elemanı imzaladı. Kendilerine “barış” istedikleri yakıştırıldı; “PKK’dan bir şey isteyemiyecekleri için elbette devletten istedikleri” yakıştırıldı. (Aynı gerçek dışı “barış” yakıştırması bugün, 19 Mart Cumartesi günü Serbestiyet’te yer alan bir yazıda da var. Buradan hareketle, söz konusu bildiriyi imzalayan ve/ya savunan herkese, faraza Mazlumder’in Diyarbakır Şubesi’nin 16 Mart’ta yayınladığı son açıklamada yer alan, bölgedeki duruma ilişkin bilgi ve anlatımlar hakkında ne düşündüklerini; doğru bulup bulmadıklarını; ya da hangisinin gerçek (veya daha gerçek) olduğunu sormak ihtiyacını duyuyorum.)
Nelerden geçiyoruz hepsi yalan; hepsi yalandı ve çok büyük tepki doğurdu. Öyle ki, aşırı da gitti ve yanlış şeylere yöneldi. Önde gelen bazı devlet ve hükümet adamları, içeriğinin siyasî eleştirisiyle kalmadı; hukukî suç duyurusunda bulundu ve polisi, savcıları göreve çağırdı. Zaten henüz ciddî surette demokratlaşmamış devlet aygıtının bütün kötü zihniyet ve uygulama refleksleri harekete geçti. Bir kısım taşra üniversitelerinde, rektörler liderlerin talimatlarına tereddütsüz uyup insanları paldır küldür cezalandırmaya girişti; kalabalık polis timlerinin bildiriye imza vermiş şu veya bu öğretim görevlisinin kapısına dayanması gibi çok tuhaf sahneler yaşandı ve medyaya yansıdı. Böylece durup dururken bir düşünce ve bilim özgürlüğü sorunu yaratıldı ve öne çıktı. Bu sefer buna karşı özellikle yurt dışında daha büyük tepkiler meydana geldi. Örneğin Amerika ve Avrupa’da ne kadar kalburüstü Osmanlı-Türkiye tarihçisi varsa, Başbakan Davutoğlu’na hitaben (bildirinin içeriğine gitmeksizin) sadece akademik özgürlüğü savunan çok güzel, çok anlamlı, çok dengeli bir mektuba imza koydu.
Nelerden geçiyoruz PKK yenilmeye devam etti bu arada. 6 ve 13 Mart Pazar akşamları, 24TV’deki Serbestiyet programında altını çizmiştim bu yenilginin. Siyasal aktörler her zaman doğru hesap yapmaz ve yaptıklarına herhalde bir bildikleri vardır diye bakılmaz; bazen, belki çoğu zaman da hatâ yaparlar düpedüz. Hattâ denebilir ki tarih nehri denen şey, çoğu zaman doğrularla değil, yanlışların ve öngörülmeyen sonuçların toplamı olarak akar.
Nelerden geçiyoruz en son Cizre’de, Sur’da, Silopi’de hep yenildi ve çok büyük kayıp verdi PKK. Bölgeden, halkın da bunu gördüğü ama Kandil’in inat ve ısrarla yenilgiyi kabul etmek istemediği yorumları geliyor. Ankara Güven Park patlamasının ardından, 15 Mart’ta Oral Çalışlar, Katliamla nereye varacaksınız? diye sordu. Yukarıda da değindiğim gibi, Diyarbakır Mazlumder 16 Mart’ta bir bildiri yayınladı, Şehirlerimizin Birer Birer Suriyeleşmesine Karşı Haykırıyoruz: Razı Değiliz, Artık Durun! diye. Hayır, 1128’ler gibi tek taraflı olarak devleti hedef almıyor; tersine, PKK’dan kaynaklanan asıl şiddet insiyatifinin nelere malolduğunu tane tane sayıyor. 1128’lerin kulak asmadığı, ya da yerine konuşmaya kalktığı sessiz Kürt halkının sesini, şikâyetlerini duyuruyor. Gene 16 Mart’ta Abdullah Kıran, “Cizre, Sur, Silopi, Silvan ve Varto örnekleri ortada dururken, bu kez Şırnak, Yüksekova ve Nusaybin gibi yerlerde aynı eyleme girişmek; bu, akıl ile açıklanacak bir durum değil” diye yazdı (bkz Çare, sivil siyaset ve reformlar). 17 Mart’ta Gürbüz Özaltınlı, PKK’nın bu çizgisinin “HDP’yi siyaseten gömdüğü”nü vurguladı (bkz Olanı anlamaya çalışmak).
Nelerden geçiyoruz bugün (19 Mart), bu sefer Cengiz Alğan çok kapsamlı bir dökümünü çıkarmış PKK’nın yenilgisinin (bkz Yine mi orak, yine mi çekiç?). Cemil Bayık’tan bile örtük başarısızlık itirafları. Son bombalamalara HDP ve DTK’dan kınama; ÖDP’ten (Alper Taş’tan) “alçaklık” nitelemesi; Doğan Medyasından tek tek ve topluca çok sert tavır alış (Ertuğrul Özkök’ün PKK’yı IŞİD’e eşitlemesi, ki TC+IŞİD bağlantısı iddialarının yüzde yüz zıddını yansıtıyor). Özetle, bütün dost ve müttefiklerin uzaklaşması. Öte yandan, Suriye’de görür gibi oldukları fırsat penceresinin de giderek kapanması. ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan, önce Suriye’de bir Kürt özerk bölgesi öngörmedikleri açıklamasının gelmesi; ardından (ve PYD’nin 17 Mart’ta “Suriye federasyonu için hazırlık yaptıkları” beyanına cevaben), Mark Toner’ın ağzından aynı açıklamanın genişletilerek tekrarı. Ayrıca, ABD’nin PYD’yi terör örgütü saymamasına karşın, çeşitli Suriye muhalif gruplarının PYD’yi öyle gördüklerini vurgulaması, doğrudan doğruya hedef alması; “bitirmeye” söz vermesi. Cengiz Alğan tek tek hepsini sıralamış; uzun alıntılarla kanıtlıyor.
Nelerden geçiyoruz esasen PKK bu yüzden sağı solu bombalamaya girişti. Peşpeşe Ankara Merasim Sokak, Ankara Güven Park ve şimdi, saat 11 sularında ben bu satırları yazarken meydana gelen İstanbul İstiklâl Caddesi saldırıları, sadece tek tek canlı bombacıların değil, bir bütün olarak KCK ve PKK’nın intihar eylemleri bir bakıma. Yanlış yoldan geri dönememekten; çıkışsızlık ve umutsuzluktan kaynaklanıyor. İnsan hayatı karşısında rastgeleci bir nasırlanmışlıkla, savaşı Türkiye’nin sıradan sivil halkına taşıyor ve topladıkları nefreti ya algılamıyor, ya umursamıyorlar. TAK yapıyor; Cemil Bayık, Mustafa Karasu ve Sabri Ok alkışlıyor. Artık hedefleri, Cemil Bayık’ın ifadesiyle “Erdoğan’ı ve AKP’yi devirmek”ten ibaret. Bunu da ne olursa olsun Türkiye’yi kaosa sürükleyerek gerçekleştirmeyi hayal ediyorlar.
Nelerden geçiyoruz kamuoyunda bir kısım yorumcu da tam buna destek veriyor. Bazılarına sorarsanız, TAK katliamlarından da bir şekilde AKP, Erdoğan ve hükümet sorumlu. Çünkü memleketi bu hale (güya) onlar sürüklemiş. Maalesef Hasan Cemal, (T24’te) Yazık bu ülkeye, bunları hak etmiyor derken, aslında timsah gözyaşları döküyor; AKP ve Erdoğan bunları hak ediyor demek istiyor ama diyemiyor; ağzından, kaleminden böyle bir şey çıkıyor. Maalesef Ahmet Altan, PKK’nın kurbanları diyemiyor; işi Yasadışı rejimin yaktığı yangının kurbanları’na bükmeye çalışıyor (Diken, 15 Mart). Bunlar da bir çeşit, PKK ve TAK için mecazî anlamda tencere tava çalmak anlamına geliyor.
Nelerden geçiyoruz 10 Ekim 2015’te HDP’nin önderliğinde düzenlenen Barış Mitingi’ne karşı, Ankara Garı önünde büyük bir terör saldırısı meydana gelmiş; 107 kişi ölmüş, 500 küsur insan yaralanmıştı. Ardından, faturayı “katil” hükümete çıkarmıştı, Selâhattin Demirtaş, hemen bütün HDP ve solcu destekçileri. Bizim üniversitede, örneğin (ve herhalde daha birçok üniversitede), aynı yorum doğrultusunda “Katilleri tanıyoruz, affetmeyeceğiz, unutmayacağız” protestoları düzenlenmiş, pankartları asılmıştı. Bir kısım öğrenciyle birlikte bazı öğretim üyelerimiz de katılmıştı. Katılmasak da, demokratik haklarıydı; özgür bir iç ortamın icabıydı. Ardından, söz konusu meslekdaşlarımızın bazıları 1128’ler bildirisine de imza attı. Keza, katılmasak da demokratik haklarıydı; özgür bir iç ortamın icabıydı.
Nelerden geçiyoruz birinci Ankara’nın (Gar) ardından, ikinci Ankara (Merasim Sokak) ve üçüncü Ankara (Güven Park) patlamaları geldi, sırasıyla 17 Şubat ve 13 Mart’ta. Her birinde, 107 değilse de 30-40 kişi hayatını kaybetti, yüzlerce insan da yaralandı. Üstelik, haydi diyelim ki birinci Ankara (Gar) katliamında devlet parmağından şüphe etmeyi sürdürüyorsunuz; oysa Ankara-2 ve Ankara-3’te böyle bir şüpheye de yer yok, zira bütün delil ve teşhislerle birlikte, PKK ve TAK’ın sahip çıkması da ortada. İster istemez sormak ihtiyacını duyuyorum: Ankara-1’i protesto eden sevgili öğrencilerimiz ve öğretim üyesi arkadaşlarımız, Ankara-2 ve Ankara-3 hakkında neden hiç sesiniz çıkmıyor? Bu katilleri de “tanıyoruz” diyebiliyor musunuz? Yoksa bir zorluk mu çekiyorsunuz tanımakta? Bu eylemleri benimseyip onayladığı (belki emrini verdiği) aşikâr olan Cemil Bayık’ları da “affetmeyecek” ve “unutmayacak” mısınız? Neden çıkıp söylemiyorsunuz bunu? 1128’ler bildirisinin değerli imzacıları, hiç olmazsa bu son iki ve şimdi İstiklâl Caddesiyle birlikte son üç katliam, size ne söylüyor PKK’nın ne olduğu, nerede durduğu, sizin o sadece “devlet kıyımı”ndan söz eden metninizin gerçekleri yansıtıp yansıtmadığı konusunda? Hiçbir çelişki veya tutarsızlık görmüyor musunuz arada? Yoksa (bütün “barış” vb lâflarınıza karşın) kafanızın bir köşesinde belirli bir haklı cinayet – haksız cinayet, haklı katliam – haksız katliam ayırımını mı saklı tutuyorsunuz?
Nelerden geçiyoruz bir de Anayasa Mahkemesi kararı çıktı bütün bunlar yaşanırken. Gerekçesi de açıklandı; dâvânın esasına müdahale etmediği, tutukluluk açısından bir hak ihlâlini düzeltmeyi amaçladığı netlik kazandı. Hal böyleyken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “ancak sessiz kalırım”ından sonra duramayıp devam eden “uymuyorum… kabul etmiyorum… saygı dumuyorum” feveranıyla birlikte, iktidar basını mahkeme kararına veryansın edince — hattâ bazı yorumcular (mealen) “Erdoğan halkın seçtiği cumhurbaşkanı ve sessiz çoğunluğun sesi olduğu için haklıdır” gibi, demokrasi teorisi açısından ne anlama geldiği belirsiz savunmalar kaleme alınca — bir kere daha tamamen yersiz ve gereksiz bir AYM ve Dündar-Gül cephesi açıldı. Uluslararası kamuoyunda gene Türkiye okkanın altına gitti. Can Dündar ve Erdem Gül, tutukluluklarıyla olduğu gibi tahliyeleriyle de kahraman haline getirildi.
Nelerden geçiyoruz Türkiye’nin o “demokratikleştiremediklerimizden misiniz” dedirtici devlet aygıtı ve yargı mekanizmasının çarkları da bir kere harekete geçirildiğinde durdurulması imkânsız bir şekilde dönmeye ve öğütmeye devam ediyor bir yandan. 1128’ler bildirisine ilk reaksiyonu içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın göreve çağırdığı savcılar, şimdi İstanbul’da sayıları 700 küsur olarak bildirilen öğretim elemanlarının tek tek ifadelerini alıyor. “Terör örgüütünee destek” gibi mevhum iddialar temelinde, ilk üçü tutuklandı bile. Oysa yüz kere, bin kere yazıldı; o bildiride hiçbir suç yok. “Etkileri itibariyle PKK’nın değirmenine su taşıyabilir” tesbitine siyasî bakımdan katılırım, ama böyle bir suç tanımı mevcut değil, Ceza Kanunu’nda. O yüzden, 15 Mart Salı Akşamı CNN’de Şirin Payzın’ın programına çıkan Oral Çalışlar “protesto ediyorum” dedi bu karar için. Etyen Mahcupyan ise 17 Mart’ta Karar’da çıkan (ve Serbestiyet’e de aktarılan) yazısına, “AK Parti’yi vurmak gibi bir kasıt yoksa, hukukun taammüden katli herhalde budur” diye bir not düştü. Hem Oral’a hem Etyen’e katılıyorum. O üç öğretim üyesinin serbest bırakılması için doğru dürüst (çaktırmadan görüşlerini aklamaya kalkışmayan) bir bildiri önüme gelirse, tabii imzalayacağım. Karşı olduğum fikirler için de özgürlük istemekten vazgeçmeyeceğim.
Nelerden geçiyoruz bir de Bilgi Üniversitesi’nden Chris Stephenson diye, 28 yıldır Türkiye’de yaşayan ve çalışan bir öğretim üyesi, Adliye önündeki protestolar sırasında “HDP’nin Newroz çağrısını dağıtıyor” diye ve “terör örgütüne yardım” iddiasıyla sınırdışı edilmek istendi bu furyada (Kahane ve Tietze’nin Lingua Franca of the Levant sözlüğüne göre furia, bugünkü “öfke” anlamını yüklenmeden önce, gemicilik ve denizcilikteki orijinal anlamıyla “büyük balık akını” demek). HDP taraftarı olabilir; ne yapalım. Eşi, HDP Rize milletvekili adayı da olmuş olabilir; ne yapalım. Dağıtmadım diyor ama, dağıtmış da olabilir söz konusu HDP bildirisini. Bunlar, kendi siyasî tercihleri. Hiçbirinde suç yok. Derken, ne olduysa Stpehenson eşi ve kızıyla Türkiye’den ayrılıp Londra’ya uçuverdi. Sınırdışı edildi diye yayıldı haber. Şimdi anlaşılıyor ki sınırdışı edilmemiş aslında; nitekim yarın (Pazar) dönüyorlarmış. İyi de, nereden çıktı bu yanlış haber? Nasıl yayıldı? Karışıklıksa nasıl bir karışıklık, beceriksizlikse nasıl bir beceriksizlik? Ne olursa olsun, bir kere daha Türkiye’nin uluslararası kamuoyunda haksız çıkmasına ve mahkûm edilmesine yaradı.
Nelerden geçiyoruz şimdi de fezlekeler gündemde. Davullar çalınıyor, dört beş HDP’li milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için. “Meclis görevini yapsın, dokunulmazlıkları kaldırsın, işi yargıya bıraksın.” Hayır, katılmıyorum. Bence yanlış siyaset. Bu noktada AK Parti ve hükümetin tercihi, hukuken cezalandırmaktan değil, âlicenaplık yoluyla etik üstünlüğü yitirmemek ve hattâ arttırmaktan yana olmalı. Hukuken, kabul ederim ki Selâhattin Demirtaş veya Tuba Hezer’in dokunulmazlıkları pekâlâ kaldırılabilir. Ama siyaseten, çok yanlış olur AKP açısından. Tersine, Başbakan Davutoğlu pekâlâ çıkıp şöyle seslenebilir HDP’lilere:
“Nelerden geçiyoruz. Bakın, sizin ne yaptığınızı ve nerede durduğunuzu çok iyi biliyoruz. Çok büyük bir yanlışa gömüldünüz. Ne yârdan vaz geçebiliyorsunuz ne serden — ne PKK’dan, ne de barışçı demokratik siyasetten. Bir bıçak sırtında, Sırat köprüsünde, azap çekip duruyorsunuz. Ve şimdi gelip bize umut bağladınız, sizi bu ızdıraptan kurtarırız diye. Dokunulmazlıklarınızı kaldırsak, hattâ partinizi kapatsak, çok sevinirsiniz aslında. Hem mağduriyet pelerininize tekrar sarınır, hem de bıçak sırtında siyaset yapmaya çalışmak imkânsızlığından kurtulur, evlerinize gidip paşa paşa dinlenir, yüreğinizi soğutur, rahatlarsınız. Fakat hayır, size tanımayacağız bu fırsatı. Dokunabiliriz ama inadına dokunmayacağız siyasî haklarınıza. Oturun oturduğunuz yerde. Görün halkın tepkisini. Her gün yaşayın bu eğretiliği, bu ‘haltettik’ hissini. Millet sizi vicdanında yargılasın. Sonuçlarını bir sonraki seçimlerde yaşayın.”
Nelerden geçiyoruz…
Hayat böyle Federico, / ey babayiğit, / ey kara sevdalı adam. / Sana / dostluğumun sunabilecekleri / işte bunlar… / Sen de epeyce şey biliyorsun / şimdiden; / yavaş yavaş, daha da / öğreneceklerin var.
(Enver Gökçe’den, hafif oynanmış bir Neruda çevirisi; Federico Garcia Lorca’ya Ağıt).