[5 Ekim 2017] Gittim; Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren üniversitenin nasıl aşırı politize edildiğini konuştum. Sırasıyla Kemalist ulus-devlet, 1950’ler ve 60’larda Atatürkçü ulema, 1990’larda ve 2000’lerin başlarında (Kemal Gürüz’lerin, Erdoğan Teziç’lerin, Mustafa Akaydın’ların, dolayısıyla vesayet rejiminin emrindeki) YÖK ve Üniversitelerası Kurul, nasıl araçsallaştırdı üniversiteyi, kendi ideolojisi ve amaçları doğrultusunda? Gene 60’lar ve 70’lerde gerek aşırı sağ, gerekse hemen bütün fraksiyonlarıyla aşırı sol, nasıl “dâvâ” ve “kale” mantığıyla, “burası bizim kalemiz olacak” diye baktı fakültelere, akademilere, yüksek okullara? Kerli ferli profesörler, zıpır gençlere niçin kâh şu, kâh bu gerekçeyle kol kanat gerdi? Neden kimse, şu veya bu çizginin yandaşlığı uğruna değil, üniversitenin bilim üretme işlevinin her türlü politikadan özerkliği uğruna, “bunu yapamazsınız, yaptırmayız” diye karşımıza dikilmedi?
Zaman içinde akademik nesiller arasındaki ilişkiler nasıl bilim değil siyaset, aktivizm, militanlık üzerinden kurulmaya başladı? Bazı öğrenci kesimleri hocalarına nasıl gördükleri, tahmin ettikleri veya yakıştırdıkları politik duruşlar üzerinden yaklaşır ve bağlanır oldu? Gezi gibi kırılma noktalarında bunu bulamadıklarını sanmanın alabildiğine sığ ve sathî hayal kırıklığı, ne gibi savruluş ve defterden silmeleri beraberinde getirdi? (Böyle kaç kavruk ruhlu ham ervah tanıyorum, kimileri sosyal medyada müstear adlar arkasına saklanan?) Ne büyük bir çürüme ve kokuşma sardı dört bir yanımızı! Madalyonun diğer yüzünde, bu durum neden dışarıdan ve yeni yeni devlet müdahaleleriyle — orada söylemediysem de, faraza OHAL önlemleriyle, Cumhurbaşkanlığı talimatlarıyla, KHK çıkarma ve atamalarıyla — değil, ancak üniversite camiasının kendi içinden yükselecek yeni bir ahlâk hareketiyle ; yönetimleri, öğretim üyelerini ve öğrencileri kucaklayıp birleştirecek yeni bir toplum sözleşmesiyle düzeltilebilir?
Buna benzer şeylerdi. Belki genişletilmiş metnini yakında yayınlarım diye umuyorum.
* * *
Artık çoğu zaman İbn Haldun’dayım, ama Perşembe günleri iki ders vermeye devam ediyorum Sabancı’da. Geceyarısına yaklaştığım şu 5 Ekim günü de öyle oldu nitekim. Sabah üç saat dünya tarihi konuştuk, akşam da üç saat Türk milliyetçiliğinin doğuşu. Bitti; 20:30’da çıktım; bizim binadaki kafede hafif bir yemek yiyeyim dedim yorgun argın. Sınıftaki öğrencilerimden biri geldi biri yanıma. Tesettürlü bir genç kadın; gayet nazik, “hocam, size danışmak istediğim bir konu var” diye izin alıp oturdu yanıma. Son yıllarda özgürleşen Kürt yayıncılığı ve kitap fuarları üzerine çalışmak isterken, tekrar zorlaşan koşullar karşısında nasıl bir tez yapabileceğini konuştuk. Onbeş yirmi dakika sonra teşekkür edip kalktı… ve yerini derhal başka bir Müslüman genç kadın aldı. Aynı ciddiyet, aynı merak, aynı nezaket. Onunla da sohbet Sabetayistlerden başladı; Masonlara ve hattâ Damat Ferit’e uzandı. Bir sorun şu: bu tarih öznelerinin hepsinin etraflı dikenli tellerle çevrilmiş durumda. Hükümler çoktan verilmiş; öyleyse daha fazla araştırmaya, kurcalamaya, kafa yormaya ne gerek var? Faraza “Masonlar Batı uşağıydı, alafranga züppelerdi, insaniyet adına emperyalizme hizmet ediyorlardı.” Diyelim ki öyleydiler; gene de, o çağda neden böyle düşündükleri, Batı ile Doğu arasında hangi ikilemlerden ötürü bu yola girdikleri, Masonluğun neden bir Aydınlanma cereyanı olduğu ve 18.-19. yüzyıllarda tam neyi temsil ettiği, esaslı düşünce tarihi araştırmalarının konusu olmaz mı? “Damat Ferit haindi. Ne yani; şimdi sen bu hükmü de mi değiştirmek istiyorsun?” Yok öyle bir niyetim. Ama ortada hiçbir ciddi biyografisinin olmaması garip değil mi sizce? Amerikalı tarihçiler 1775-1783 Bağımsızlık Savaşı’nın Benedict Arnold gibi dönekleri üzerinde derinlemesine çalışabiliyorlar pekâlâ. Kusursuz gelecek öngörüsü diye bir şey olabilir mi? O günün koşullarında, Arnold gibilerini (hem de bağımsızlık kahramanı olarak yola çıkmışken) 1780’de ansızın ihanete sevkeden faktörler nelerdi? Hangi tasavvurlar, belirsizlikler, korku ve endişeler sonucu George Washington’u terketti ve İngiltere tahtına sadık kalmayı seçti? Benzer sorular Damat Ferit içinde sorulamaz mı? Varsın, sonunda gene hain yargısına gelinsin. Hangi yollardan ulaştı o noktaya? İttihatçılardan niçin nefret etti? Kemalistleri de niçin İttihatçıların devamı saydı? Buna karşı neden medeniyet adına İtilâf devletlerine sığınmaktan başka çare göremedi?
Belki bir yarım saat da böyle geçti, ben çayımı yudumlarken. O hanım da teşekkür edip kalktı… ve başıma bu sefer, bir süredir etrafımda sabırsızlıkla volta vurduğunu göz ucuyla farkettiğim bir delikanlı dikildi. Dikildi ve bambaşka bir alt-kültürden, bambaşka bir giriş yaptı; “hocam, sizinle güncel olayların siyasî anlamını konuşabilir miyiz?” dedi.
Hayır, dedim, konuşamazsınız, konuşamayız; güncel siyaset konuşmam sizinle. Hiç beklemiyordu; alt çenesi düşecek gibi oldu hayretten. Çünkü, diye devam ettim, ben siyaset üzerinden ilişki kurmam öğrencilerimle; ancak bilim üzerinden ilişki kurabilirim. “Ciddi mi?” sözcükleri döküldü ağzından. Ne demek, dedim, bu “ciddi mi” sorusu? Tabii ki son derece ciddiyim; yeteri kadar çekmedik mi siyaset kurulaşmasından, her şeyi siyasete indirgemekten, bilim ile siyaset ve aktivizm arasındaki sınırı gözetememekten? Hem, siz zorlayabilir misiniz beni, sizinle illâ siyaset konuşmaya? Her şey bir yana; biraz üslubunuza dikkat eder, kendinize gelir misiniz lütfen?
Çok alınmış olmalı. Bir özür bile dilemedi. Sırtını dönüp gitti.