27 Kasım 1978'de Diyarbakır'ın Lice ilçesi Fis Köyü'nde resmen kurulan PKK’nın kuruluş manifestosunda Kürt kelimesi 34, feodal kelimesi 49, emperyalist kelimesi ise 54 kez geçmişti.
Hepsi negatif cümlelerde olmak üzere ABD ise Kürt'ten biraz daha az; 24 kez.
Abdullah Öcalan, 12 Eylül darbesinden bir yıl önce 1979 yılının Mayıs ayında geçtiği Suriye KGB’den habersiz kuş uçmayan bir Sovyetler müttefikiydi. Baba Esad 1971’deki darbesinden sonra sırtını Moskova’ya dayamış, Akdeniz’de (Tartus) Sovyetlerde üs kurdurmuştu.
PKK’nın sosyalizm aşkında ilk sapmalar 89’da duvarın çökmesiyle başladı. 1990’ın son günlerinden toplanan Dördüncü Kongresi’nde PKK kendine has bir sosyalizme doğru dümen kırdı. Hatta Kongrenin başkanlığını yapan Mehmet Şener, gerillacılık yerine siyasete geçilmesiyle ilgili önerileri bile kongrede kabul görmüştü (Daha sonra PKK’dan ayrılıp kendi örgütünü kurmuş, ardından da Suriye’de infaz edilmişti.)
7 Haziran 1990’da PKK çizgisindeki ilk siyasi parti olan Halkın Emek Partisi kurulmuş, 21 Ekim 1991 genel seçimlerine başında İsmet Paşa’nın oğlunun olduğu SHP’yle ittifak içinde girerek Meclis’e girmişlerdi. Yeni kurulan DYP-SHP hükümetinin ilk işlerinden birinin Diyarbakır’a gidip Kürt realitesini tanıma kararını açıklaması, Özal ve Demirel’in Öcalan’la kurdukları dolaylı diyaloglarla siyasi çözüm arayışları da Berlin Duvarı’nın çökmesi sonrası oluşan yeni havanın sonuçlarıydı. Aynı sıralarda İngiltere’nin IRA, Güney Afrika’nın Mandela, İspanya’nın ETA’yla diyaloglara geçmesi de tesadüf değildi.
Onların şansı Ortadoğu’ya uzak olmaları oldu. Çünkü hiç beklenmedik bir şey oldu ve 17 Ocak 1991’de ABD Kuveyt’i işgal eden Saddam’ın Irak’ına saldırı başlattı. PKK, ilk başta Saddam karşıtı Kürt cephesinden uzak dursa da, Körfez Savaşı’nın en büyük kazananlarından biri oldu. ABD’nin 36. Paralelden yukarısını uçuşa yasak bölge ilan etmesi PKK’nın bölgeye rahatça yerleşmesini sağlamıştı. Esas kazanç ise Saddam’ın ordusunun silahlarına el koymasıyla elde ettiği büyük cephanelikti.
Murat Karayılan Bir Savaşın Anatomisi kitabında Körfez Savaşı’nın PKK’yı nasıl heyecanlandırdığını şöyle anlatmış:
“Uluslararası güçlerin BM öncülüğünde kurdukları Çekiç Güç ile 36. paralelin kuzeyinde güvenli bölgenin oluşturulması sonucu Saddam güçleri çekilmek zorunda bırakıldı. Güney Kürdistan halkı BM denetiminde tekrar yerlerine getirilerek yerleştirildiler. Bu dönemde PKK gerilla güçleri hem Güney’de, hem Kuzey’de güçlü bir konuma ulaşmışlardı. Koşullar birçok açıdan müsaitti. Yeni bir çıkışın yapılmasının zemini fazlasıyla vardı. Güney’de halk ayaklanması, Kuzey’de Cizre ve Nusaybin’le başlayan serhildanlar Kürdistan’ın her tarafına hızla yayılmaktaydı…”
Artık PKK’yı siyaset, müzakereler, Meclis’te grup kuracak bir güce ulaşmak heyecanlandırmıyordu. 1992’de Türkiye içinde Botan-Behdinan Savaş Hükümeti’ni ilan etmiş, Kürdistan Ulusal Meclisi’ni kurdular. 18 Ağustos 1992 gecesi ise kurtarılmış bölge ilan etmek için Şırnak’ta ayaklanma başlattılar. Ayaklanma onlarca insanın ölümüyle bitti. PKK’nın özgüveni ABD’nin Körfez Savaşı’yla önüne açtığı imkanlarla o kadar yükselmişti ki -Karayılan’ın tabiriyle erken iktidar hastalığına kapılmıştı- 1992’nin Ekim’inde Talabani ve Barzani güçlerine karşı alan savaşına girişti. Bine yakın kayıp vererek tarihinin en büyük yenilgisini aldı.
1993’de Öcalan, Özal’ın temasları sonucu ateşkes ilan etti. MGK’dan PKK’ya af anlamına gelen bir tasfiye kararının çıktığı gece PKK, 33 silahsız eri öldürerek tekrar savaş şartlarına geçti.
PKK’yı yenilgilere rağmen özgüvenle yeniden savaşa sürükleyen Körfez Savaşı’ndan sonra uluslararası aktörler tarafından kıymetinin artması oldu. PKK her zaman herkesle dans ediyordu.
Rusya’nın Dış istihbaratının başında olan Yevgeny Primakov o yıllarda sıkı müttefiki olan Saddam Hüseyin’e PKK’nın Irak’ta faaliyet yapmasına izin vermesi için tavsiyelerde bulunuyordu.
ABD’nin PKK’yla bilinen ilk görüşmeleri de o yıllarda gerçekleşti.
Wikileaks’in yayınladığı ABD Dışişleri Bakanlığı telgraflarından 24 Mart 1994 tarihli olanı ABD Ankara Büyükelçisi Barkley’den dönemin Dışişleri Bakanı Warren M. Christopher’e yazılmıştı:
“Bakanlığın, ABD hükümetinin PKK ile resmî temaslarına ilişkin yönlendirici metnine teşekkür ederiz. Bize göre, PKK temsilcilerinin, davalarını anlatma amacıyla, ABD ve diğer Batılı büyükelçilik yetkilileriyle görüşmeler gerçekleştirme girişimlerini sürdürmeleri, hatta arttırmaları beklenebilir. Ancak Kıbrıs’ta, yerel nitelikteki Kürdistan Dayanışma Komitesi Başkanı’nın, (ABD’nin) Kıbrıs Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarıyla görüşmesinden kısa bir süre sonra öldürüldüğü göz önüne alındığında ve hem bu görüşmenin hem de ondan önce yapılan ve İstanbul’daki Başkonsolosumuzun dahil olduğu başka bir görüşmenin bizi, PKK adına konuştuğunu iddia eden kişilerle beklenmedik biçimde karşı karşıya bıraktığı gerçeği düşünüldüğünde, Büyükelçilik personelimize ve burada Türkiye’deki bize bağlı temsilciliklere, PKK adına konuştuğunu iddia eden kişilerden gelebilecek yeni yaklaşımları, şimdilik, geri çevirme talimatı verdik. Bakanlığın bu konuda Avrupa’daki bütün temsilciliklere yönlendirici bir resmî metin göndererek, bu temsilciliklerin de şimdilik aynı yaklaşımı benimsemelerinin ısrarla istenmesini öneriyoruz.”
ABD’nin, PKK’yla ilgili ikinci kritik hamlesinin tarihi de ilginç. ABD PKK’yı 10 Ağustos 1997 günü terör örgütü listesine aldı.
10 Ağustos 1997, yani Başbakan Necmettin Erbakan’ın istifasından, yani 28 Şubatçıların başarmasından 10 gün sonra. ABD’nin 28 Şubat sonrası ortaya çıkan müttefik iktidarlara tek jesti de bu olmayacaktı. 15 Şubat 1999’da Öcalan’ı Kenya’da sıkıştırıp, Türkiye’ye teslim eden de ABD’ydi. 1999 seçimlerinde iktidarı da anti-Refah partilere hediye etmiş oldu.
Ve 2003. PKK, silah bıraktığını açıklamış, güçlerini Türkiye dışına çekmiştir. Hatta örgüt adını KADEK olarak değiştirmiştir. Türkiye’de de yeni bir iktidar vardır artık. Değişim vaatleriyle iktidara gelen AK Parti’nin gündemlerinden biri de Kürt meselesini çözmek olacaktır. Peşi sıra Avrupa Birliği uyum yasaları çıkmaktadır. Şartlar yine çözüm için müsaittir.
İşte tam o sırada ABD’nin Ortadoğu’daki ikinci büyük müdahalesi gelir. 20 Mart 2003’te başlayan ABD’nin Irak’ın işgali.
1 Mart 2003’te TBMM’de ABD askerine Türkiye’den Irak’a giriş izninin verildiği tezkerenin reddedilmesi ABD’yi çok kızdırmıştır. PKK’yla ABD arasında görüşmelerin yaşandığı biliniyor. (Can Dündar, kaynağının daha sonra dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt olduğunu iddia ettiği bir haber yayınlamıştı. http://www.milliyet.com.tr/17-yil-sonra-ortaya-cikan-gercek/gundem/gundemyazardetay/01.04.2011/1371623/default.htm)
Türkiye’ye ceza vermek isteyen ABD’lilerin PKK’yla kurdukları temaslar ve PKK’ya açtıkları alana en somut göstergesi, PKK’nın ilgalden sonra 2003 yılında hâlâ karargâh olarak kullandığı Irak’taki Kandil Dağlarına yerleşmesiydi. Ortaya çıkan iktidar boşluğu ve bollaşan cephane ve silahlarla PKK, KADEK adından vazgeçti ve 2005 yılında yeniden savaş kararı aldı.
Hem de AK Parti’nin Leyla Zana ve arkadaşlarını serbest bırakmasına ve Erdoğan’ın Diyarbakır’a gidip Kürt açılımını resmen başlatmasına rağmen.
PKK’nın 2003 Irak işgaliyle birlikte bölgede oluşabilecek çalkantılar için attığı en ilginç adım ise Suriye, Irak ve İran’da ilk kez partiler kurarak örgütlenmesi oldu. ABD’nin Irak’tan sonra İran ve Suriye’ye saldırabileceğini hesaplayan PKK, böyle bir durumda aktör olabilmek için 2003 yılında Suriye’de PYD’yi, İran’da PEJAK’ı ve Irak Kürdistan’ında PÇDK’yi kurdu. 2005 yılında PKK’dan ayrılan Osman Öcalan bu girişimi şöyle anlatıyor:
"PYD'yi biz Kandil'de kurduk. ABD'nin bölgeye müdahalesi ihtimaline karşı Suriye'deki Kürtler için PYD'yi; İran'daki Kürtler için ise PJAK'ı kurduk. PYD'nin ilk kongresini Ekim 2003'te, PJAK'ın ilk kongresini ise Eylül 2003'te Kandil'de yaptık. Her iki örgütün kadrolarını da yine Kandil'de biz eğittik."
ABD Türkiye’nin yanında PKK’ya karşı en net tavrı ise 5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’daki Erdoğan ile Bush görüşmesinden sonra aldı. ABD, PKK’ya karşı Türkiye ile anlık istihbarat paylaşmaya başladı. Aslında bu da Türkiye’nin ABD yönetiminin Ortadoğu’daki Büyük veya Genişletilmiş Ortadoğu Projeleri denen kısa sürede başarısızlıkla sonuçlanan girişimlerinin içinde yer almasının bir ödülüydü.
Ve 2009 sonrası. Türkiye adları değişen açılımlarla PKK’yı siyasi alana çekmek için müzakerelere başladı. Müzakereler 2012’den sonra Öcalan’la yürütülmeye başlanmıştı. 2011’de Öcalan’ın 'Barış Konseyi’nde anlaştık' açıklamasından kısa bir süre sonra PKK, yeniden savaş başlattı. Savaşın motivasyonu Suriye’de başlayan iç savaştı. Türkiye, PKK’yı silah bırakmaya ikna etmeye çalışırken Suriye’deki savaşla silahlı örgütlerin kıymeti yeniden yükselişe geçmişti. Arap Baharı’nın popüler ve makbul olduğu, Esad rejiminin ömrünün kısa olduğu düşünülen günlerde Öcalan örgütüne yaptığı çağrılarda onları Esad-İran cephesinden “Yeni orta doğu” dediği Türkiye ve ABD’nin de içinde olduğu Batı cephesine doğru çekmeye çalışıyordu. Muhtemelen bu uluslararası dengenin de teşvikiyle Öcalan’la yürütülen müzakereler silah bırakma, sınır dışına çekilme çağrılarına kadar vardırıldı. Öcalan, 2013 Mart’ında Newroz’da yayınlanan mektubunda silahlı mücadele döneminin bittiğini ilan etti. Hemen ardından Kandil’de basın toplantısı düzenleyen Karayılan Türkiye’den şartsız çekilme takvimi açıkladı. Ardından Türkiye'de başlayan 'Gezi Olayları’yla iktidarın uluslararası desteğini kaybettiğini düşünen PKK çekilmeyi durdurdu.
Esas kırılma anı ise; Obama’nın 31 Ağustos 2013’de kameraların karşısına geçerek, kırmızı çizgi ilan ettiği kimyasal silah kullanan Esad’a yönelik askerî müdahaleyle ilgili kararda topu Kongre’ye atmasıydı. Bu ABD’nin Suriye’ye müdahil olmayacağının ilanıydı.
Bu açıklamadan iki hafta önce Ankara’ya davet edilerek üst düzey görüşmeler yapılan Salih Müslim bir anda ağız değiştirip, Türkiye’yi suçlayan açıklamalara başladı.
Artık Suriye’ye ABD askerinin basmayacağı anlaşılınca İran ve Rusya Esad'a desteklerini artırdı. Suriye’de patronun kim olduğunu gören PKK da buna göre pozisyon aldı.
Tam bu sırada DAEŞ sahaya girdi. PKK’nın kurduğu YPG DAEŞ’e karşı laik güçler olarak bir anda Batı’da tarihinin en popüler günlerini yaşadı. PKK liderleri üst üste Batılı medyalara röportajlar veriyor, kadın militanlar Marie Claire kapaklarına çıkıyordu.
ABD, kırmızı çizgilerin ihlalinden sonra Suriye’de Rusya’yla birlikte yol almaya başladı. Artık hedef Esad değil DAEŞ’ti. Kendini aldatılmış hisseden Türkiye bu planların içinde yer almadıkça üzerindeki baskı artırıldı. ABD medyasında Türkiye’nin DAEŞ’e destek verdiği haberleri çıkmaya başladı. Rus, İran ve PKK medyası da bu kampanyayı yükselttiler.
Kobani örneğiyle bu baskı ve PKK’nın Batı’daki popülaritesi zirve yaptı ve ABD, PKK’nın kurduğu PYD’ye havadan askerî mühimmat attı. Bu arada barış sürecini yürütmeye çalışan Türkiye, öcalan’la anlaşmasına rağmen PKK’nın ayak sürtmeleri yüzünden mesafe alamamaya başladı. Sık sık Batılı başkentlerde ağırlanan Demirtaş, bir taraftan müzakere yürüttüğü AK Parti hükümeti ve Erdoğan’ın en şiddetli muhalifi haline geldi. 6-7 Ekim’de HDP’nin çağrısıyla sokaklara çıkan kalabalıkların başlattığı olaylarda 52 kişi öldü. Çözüm süreci ağır yara almıştı.
Buna rağmen iktidar, Dolmabahçe gibi radikal bir adım dahi attı. Ama PKK için artık Türkiye’de elde edilecek siyaset hakkının hiçbir cazibesi kalmamıştı. PKK, doğrudan ABD ve Rusya’yla muhatap olan, tarihinde ilk kez bir alan hakimiyetine sahip olduğu Suriye’deki kantonlarının şehvetine kapılmıştı. O yüzden HDP’nin yüzde 13 ve yüzde 11’le Meclis’e girmesi, koalisyon görüşmelerine katılması bile onlar için bir şey ifade etmedi.
Suriye’nin artık İran ve Rusya cephesine teslim edildiğinin anlaşılması, Suriye meselesinde ABD’yle Türkiye’nin anlaşmazlığının sürmesi, 1 Kasım seçimlerinden sonra AK Parti’nin yeniden iktidara gelmesi; ama en çok da ABD’nin YPG’yi Suriye’deki en güvenilir müttefiki olarak görmesinden sonra yapacakları en iyi hamlenin Türkiye’yi de Suriyeleştirmek, burada güçlü oldukları yerlerde halk ayaklanmalarıyla sınırı hükümsüzleştirmek olduğunu düşündüler.
Bunu yaptıklarında özellikle insan hakları ihlalleri üzerinden Ankara üzerinde Batı’nın baskı kurabileceğini de hesap ettiler.
Bu hesapları tutmadı. Türkiye PKK’ya karşı operasyonlarda 90’lara dönmedi, dikkatli ve özenli davrandı, Kürtler PKK’nın stratejisine ve direnişine destek vermedi ve göçmenler meselesi üzerinden Türkiye Batı’yla ilişkileri onardı.
Sonuç olarak ABD’nin son 30 yılda Ortadoğu’ya yönelik üç müdahalesinde de sonuç değişmedi. PKK bu müdahalelerden güçlenerek çıktı. Bu müdahaleler Türkiye’deki üç barış denemesini de sabote etti.
Bundan 37 yıl önce anti-ABD sloganlarıyla kurulan PKK, bugün her fırsatta ABD’ye iş birliği, ortaklık çağrısı yapan bir örgüte dönüştü. ABD’nin DAEŞ temsilcisi Kobani’de PKK kadrosu olan YPG komutanlarıyla pozlar veriyor, ABD Kandil’de kurulmuş YPG’nin PKK’dan farklı olduğunu iddia ediyor. Demirtaş Amerika medyasında liberal Kürt Obaması muamelesi görüyor. PKK, bu özgüvenle epey bir süre daha barış masasına yanaşmaz, her fırsatta silahla kazanım elde etmenin yolunu arar.
Ne de olsa müttefikleri ABD artık…
2016 yılında Nobel Barış Ödülü sahibi Barack Obama Türkiye’nin bu kez çok yaklaştığı barışı sabote etmiş olarak evine dönecek.
Tebrikler…