[6-7 Haziran 2020] İki şey eksik kaldı. Sonradan aklıma geldi. Bugün ve yarın onları eklemek ihtiyacını duyuyorum.
Ben de bir troldüm (3 Haziran). Nâzım’ın çağına tanıklığı (4 Haziran). Nâzım ve döneminin trolleri (5 Haziran). Meğer bunu da yazalı sadece bir buçuk yıl olmuş (23 Aralık 2018’den 6 Haziran 2020’ye transfer).
Bu diziyi, bir arkadaş sohbetindeki şu tür cümleler tetikledi (özetleyerek alıyorum): Koşulsuz bağlılığa, apaçık yalakalığa, kul köle olmaya, bu denli yaygın ve pervasızca maaş ödeyen, prim veren, ayrıcalık kazandıran, mevki, rütbe dağıtan başka bir medya olmuş muydu acaba? Herhangi bir kadroya stajyer adayı bile olamayacak, ekranlara böyle yaygın bir biçimde rüyasında bile çıkamayacak insanların istihdam edilmesi, her kul adayı için pespembe dünyalar da yaratıyor.
Özellikle o son “her kul adayı için pespembe dünyalar” sözcükleri, beni derhal 1941’e ve Haydarpaşa Garı’na gönderdi. Nâzım bunu hemen aynen söylemişti neredeyse seksen yıl önce. Satılabilmek imkânının yüreklerine yüklediği müthiş arzuları taşıyamadıkları için aptallık ve hayâsızlıkları böylesine sırıtan Nuri Cemil gibiler üzerinden, yaşadıklarımızın o kadar da yeni ve benzersiz olmadığını anlatmaya çalıştım.
Doğru. Bu hatırlatmanın yanında duruyorum. Ama düşündüm ki başka bir yanı da var bu işin. Biz değişiyoruz. Yani toplum değişiyor; bu tuhaf hallere tanıklık eden insanlar değişiyor; toplumsal vicdan gelişiyor ve daha önce tolere ettiklerini tolere etmez oluyor.
Türkiye’nin bütün 20. yüzyıl serüvenini gözden geçirin. İttihatçı triumvirinin diktatörlüğü. Sonra 1925-27 krizi ve İstiklâl Mahkemeleri (bkz Kemal Tahir, Kurt Kanunu). Sonra Tek Parti’nin ana gövdesi, kalan 20 küsur yılı (bkz Nâzım, tıpaları çekilen şişeler gibi şapkalarını çıkarıp eğilen insanlar). Sonra Menderes ve çevresi. Sonra 27 Mayısçılar. Sonra 12 Eylül 1980’in generalleri. Gene 12 Eylül’ün, bir de üstelik Kurucu Meclisi ki, girebilmek ve o kürsüden konuşup sırf ubudiyet arzetmek için kuyruğa dizilen ahlâk ve insanlık enkazı dalkavuklarıyla başlıbaşına bir rezalettir; o sırada hâlâ Ankara SBF’de asistandım ve neler hatırlıyorum! Ayrıca yazmalı bir ara.
Hepsinin etekleyenleri, diz çöküp yeri öpenleri oluştu. Ama zamanla büyüyen bir tiksinti de doğdu. Bu da demokrasinin zigzaglı da olsa gelişmesinin bir parçası. 1910’ların, 1930’ların, 1980-83 arasının normalleri, bugünün normali değil artık. Yüz yıl önce belki çok az insan itiraz ediyordu. Bugün, sırf bu yüzden (farklı cemaat ve mahalleleri ne ölçüde enlemesine kestiği henüz pek belli olmasa da) çok daha geniş kesimlerin içi bulanıyor.
Şimdinin tikel ve dayanılmaz gelmesinde sanırım bunun da büyük payı var.