Antep’in Temmuz sıcaklarının bastırdığı ve insanı eve hapsettiği bir gün ODTÜ’den mezun olmanın verdiği tembelliğin tadını evde pinekleyerek geçirirken birden telefon çalar, arayan arkaşıdır: “Oğlum, nerdesin? Kaç zaman oldu gelmişsin memlekete haber vermiyorsun! Hadi hemen buluşuyoruz atla gel Kayacık’a” der. “Kayacık” o anda onun için doğduğu, büyüdüğü, yetiştiği ve üniversite eğitimi için ilk defa dışına çıktığı Antep’te bir semt isminden başka bir şey ifade etmez. Zaten o semtin nerede olduğunu bile bilmiyordur. Zira, Antep’in tarihine ve şehrine oldukça yabancıdır.“Kayacık neresi bilader? Peki tamam nasıl ve nereye geleceğim?” diye sorar. Yakın arkadaşı “Şu otobüse bin, şu mahallede in ve şu sokaktan girince Papirüs Cafe’yi bul, ben orda olacağım” der. “Kayacık” onun için bir bilmeceden farksızdır. Sanki kendi memleketinde değil de uzaklarda bir yerdedir. O derece bu semte yabancıdır.Arkadaşının tarif ettiği dolmuşa biner ve Kayacık mahallesinin önünde dolmuştan iner. Sokağı bulur ve sokağın içine girdiği andan itibaren gördükleri karşısında şaşkınlıktan adeta yön duygusunu kaybetmiş gibi oradan oraya dolanır. Sokaktaki evlerden, yapılardan ve mekânın atmosferinden kendini alamaz. “Allah’ım başka bir gezengende miyim? Burası benim doğduğum, büyüdüğüm yerin içinde bir yer ve ben burayı ilk defa mı görüyorum”un şoku içerisindedir.Gördüğü manzara şudur: Daracık bir sokak, yan yana, karşı karşıya yapılmış mimarlık harikası evler, evlerin görünümü adeta küçük bir Florensa’yı andırmaktadır. Beton yığını yüksek katlı binaların, apartmanların istila ettiği Antep’te böyle bir mimarı harikanın varlığı sanat tarihinden nasibini almamış biri olarak onu bile büyüler. Gördükleri karşısında o kadar şaşkın ve büyülenmiştir ki arkadaşıyla olan randevusuna geç kaldığının farkında bile değildir.Nihayet Papirüs Cafe’yi bulur. Aslında cafe denilen yer az önce gördüğü evlerden biridir. Diğer evler gibi o da bir “cafe”ye dönüştürülmüştür. Bu şahane yapılar şehre demek ki böyle “kazandırılmış” ya da böyle “kazandırılması” büyüklerimizce “uygun” görülmüş diye dalga geçer. Tam Papirüs’e gireceği sırada kafasını kaldırır ve evin giriş kapısının tepesine oyulmuş olan harflere gözü takılır. Harflerin Osmanlıca olduğunu düşünür o anda.İçeri seğirtir ve gördüğü manzara karşısında nutku tutulur. Geniş bir avlu, sağ ve sol taraflarında merdivenlerle yukarı çıkılan iki büyük oda. Birisi misafirlerin ağırlandığı şark odası tadında diğeri ise ailenin fertlerinin kaldığı ferah odalardan müteşekkil iki büyük yer. Odaların eşyalarındaki, dolaplarındaki işçilik muazzamdır. Duvarlar kağıtla kaplanmış ve odaların tavanı Floransa’daki Katedrallerin tavanlarını andırır şekilde yüksek ve az önce kapının girişinde gördüğü harflere benzer şekilde işlenmiştir. Bir malikanenin içindeymiş gibi hisseder.Eski bir Antep evinde olduğuna kanaat getirir ve memleketinin insanın böyle evleri yaptırmış olmasından dolayı içten içe Antep’li olmasından dolayı gururlanır. Arkadaşıyla bir-iki muhabbet ettikten sonra cafe olarak işletilen bu “Cennet yuvası”nın sahibiyle konuşmak ve evin tarihine dair birkaç bilgi kırıntısı almak ister. Arkadaşını birkaç dakika yalnız bırakır ve karşılarındaki masada kasanın önünde çayını yudumlayan cafe sahibinin yanına doğru gider.“Selamın aleyküm Abi, vallahi Allah tadını aldırsın, ne güzel bir yer almışsın, işletiyorsun” der. Cafe sahibi “sağolun, Allah razı olsun… Papirüs güzeldir” diye mukabele eder. Boş bulunup evin tarihine ilişkin hemen aklına gelen ilk soruyu aniden sorar: “Abi merak ettim de burayı kimden aldınız? Kim varmış sizden önce burada acaba? Etrafta bu şekilde bir sürü şahane ev var ve hepsi cafe olarak işletiliyor.” Cafe sahibi bu mekânın kendisine babasından kaldığını ifade eder. O da “babanızdan önce kim varmış? Ya da babanız kimden satın almış?” sorusunu yöneltir.Tam o sırada az önceki diyalog akamete uğrar ve aralarına keskin bir seskinlik girer. Ve bu sorunun karşı tarafta yarattığı deprem etkisi aynı sessizliğe yansımıştır. Bir 10 saniye geçer ve cafe sahibi sanki kendi kendine konuşurmuş gibi “Ermeniler varmış buralarda” der. Bu cümleyi duyar ancak hiçbir anlam veremez ve duyumsayamaz. “Ermeniler varmış buralarda” cümlesi belki onun için o anda ve mekânda duymuş olduğu en anlamsız cümledir. Zira, kendi memleketine, büyüdüğü yere dair anlam dünyasının hiçbir yerinde bu şehirdeki Ermeni varlığına dair bir kod, iz, bilgi kırıntısı hiçbir şey yoktur.Asıl şaşkınlığı ve algı paralizasyonunu o anda yaşamıştır. Bu şaşkınlığın verdiği bilinçsizlik halinden müstehzi bir gülümsemeyle şunu söyleyerek çıkmaya çalışır: “Abi, ne Ermenisi yahu! Sen neden bahsediyosun? Antep’te Ermeniler mi varmış?” diye sorar, Papirüs’ün sahibi “Evet varmış” der. “Peki onlara ne olmuş, neredeler?” diye tekrar sorar. Cafe sahibi “Gitmişler” diye cevap verir. Artık dayanamaz ve şunu söylemekten kendini alıkoyamaz “Ha gitmişler, burayı da, buraları da sana, sizlere mi bırakmışlar” deyip, hırsından yumruklarını sıkarak gerisin geri döner…Peki bu hikâyedeki “mal” kim mi? İşte o “mal” bizzat benim! 22 yaşında üniversiteyi yeni bitirmiş, serde devrimci sosyalist bir dünya görüşüne; resmi tarihi eleştiren, anti-Kemalist ve anti milliyetçi bir düşün dağarcığına sahip bendim doğup büyüdüğü yerde Ermenilerin varlığından bihaber olan. “Antep’te Ermeniler mi varmış?”ın gerçekliğine algı dünyasının bütün pencerelerini kapatmış olarak doğan, büyüyen ve yetişen o “mal” benmişim…Çok sonraları Papirüs’ün aslında Antep’in en zengin, hayırsever, eğitime büyük önem veren, asil ve görgülü ailelerinden ve aynı zamanda İran Fahri Konsolu olan (Kara) Nazar Nazaretyan’a ait olduğunu öğrendim. Oğullarının ve torunlarının doğduğu bu evde üç nesil yaşadıkları bilgisine vakıf oldum. Kapısını üstünde dikkatimi çeken o yazıların Osmanlıca değil Ermeni harfler olduğunu ve evi yaptıran Kara Nazar Ağa’nın soyisminin oraya kazındığını sonradan idrak ettim. 1915 Soykırım’ında 1 yaşında olan ve ailesi birlikte tehcir edilen Nazaretyan ailesinin en küçük torunun kızı ile sonradan tanıştım. O küçük torunun kızı ki benimle Antep şivesi ile Türkçe konuşmuş ve her daim cebinde taşıdığı Antep fıstıklı çikolatısını benimle tanışdığı gün bana vermişti.Bütün bunları niye mi anlattım? Aslında kendim için anlattım… Biraz da kıssadan hisse olsun diye tabii ki. Ben size kendi esaretimden nasıl kurtulduğumu, kendi bilincimi ve irademi nasıl özgürleştirdiğimi anlatmak istedim aslında. Resmi tarihin, bütün bu inkârcı devlet ve toplum düzeninin zincirlerinden, sırtıma yüklediği ağırlıktan nasıl kendimi azad ettiğimi göstermek için anlattım. Ben “Antep’te Ermeni mi varmış?”tan “Antep’te Ermeniler varmış” ve “bu insanlar kendi topraklarından, köklerinden sökülmüşler”i söylediğimde, bunu ikrar ettiğimde asıl benliğimi buldum.Bu topraklarda devasa acılar yaşandı. Bir sürü insan bu acılara maruz kaldı. Ancak kimse bunu yapanlardan hesabını sormadı, soramadı. Bunun yükünü üstlenmek te bize kaldı. İşlediği soykırımın suçunu inkâr eden bir toplumsal düzende ve toplumda yaşamak, onun normlar dünyası içinde yaşam pratiklerini biçimlendirmek durumunda kaldık. Özür dileme kültürü olmayan, nasıl özür dilenir bil(e)meyen bir toplum ve devlet değirmeninde zihnimiz öğütüldü, tarumar edildi. Aslında biz de bu anlamda “kurban”dık.Ben sadece size nasıl bu “kurban”lıktan çıktığımı anlatmak istedim. Söyledim, anlattım, kabul ettim ve ruhumu kurtardım. Asla inkâr etmedim. Onun için özrüm gerçekten çekilen o onarılmaz acıyı paylaştığım hissini karşıdakine verebildi.O yüzden orası benim için artık Papirüs Cafe değil… Orası benim için Kara Nazar Ağa’nın evi… Nazaretyanların evi… Sireli Şuşan’ın, Hokis Şuşan’ın annesinin doğduğu ev… Onun için çevredeki diğer yerler de benim için Barsumyanların, Peranyanların, Aşçıyanların, Kıraçyanların, Leylekyanların, Cebeciyanların ve Karamanukyanların evi… Ve adalet yerini bulana kadar da öyle kalacak…Zira derler ki: “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?”…Ve yine derler ki “yukarıda Allah var”. Meşrebine göre kim hangisini kabul ederse diye iki deyişi de anayım istedim…
- Advertisment -
Sonraki İçerik