ABD Dışişleri Bakanlığı, PKK’nin lider kadrosundan Murat Karayılan için 5 milyon, Cemil Bayık için 4 milyon ve Duran Kalkan için 3 milyon dolar ödül koyduğunu açıkladı. Açıklama, Bakanlığın Avrupa ve Avrasya İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Matthew Palmer’in Ankara ziyaretine ve Erdoğan ile Trump’ın Paris’te yapacakları görüşmenin hemen öncesine denk getirildi. Gerek içeriği ve gerek zamanlaması itibariyle bu açıklama, geçtiğimiz haftanın en önemli gelişmelerinden biriydi.
ABD ile PKK arasındaki ilişkilerde üç tarihe dikkat edilmelidir: İlki, 1997’de ABD Dışişleri Bakanlığı’nın PKK’yi “yabancı terör örgütü” olarak kabul etmesidir. İkincisi, 1999’da ABD’nin PKK lideri Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etmesidir. (Öcalan’ın tesliminden altı yıl sonra, 2005’te dönemin başbakanı Bülent Ecevit, ABD’nin hiçbir şart öne sürmeden Öcalan’ı kendilerine vermesinin nedenini bilemediğini ifade etmişti (http://arsiv.sabah.com.tr/2005/04/13/gnd101.html). Üçüncüsü de, 2001’de ABD yönetiminin bir Başkanlık Kararnamesi ile PKK’yi “Küresel Terör Unsurları” listesine almasıdır.
Normalleşmenin bir ürünü
PKK’yi terör örgütü ilân etmesinin üzerinden 21 yıl geçtikten sonra ABD’nin böyle bir karar alması, Türkiye’de ihtiyatla karşılandı. Yapılan resmi açıklamalarda, genellikle bu kararın “olumlu” ancak “gecikmiş” ve “tatmin edici olmaktan uzak” olduğunun altı çizildi. PYD ise yazılı bir açıklama yaparak, ABD’nin kararını “çelişkili bir tutum” olarak nitelendirdi ve eleştirdi (http://www.kurdistan24.net/tr/news/cac76ff2-1f74-4dfe-ad87-67bfa14324fa).
ABD’nin PKK’nin üç önemli isminin başına ödül koymasının altında birçok nedenin yattığı söylenebilir. Bunlardan üçünün daha baskın olduğu kanısındayım.
İlkin, ABD’nin bu hamlesi, Türkiye ile başlayan normalleşme sürecinin bir ürünü olarak okunabilir. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilere uzunca bir dönem sert bir iklim hâkim oldu. Ankara’nın Washington ile mesafeyi açarken Moskova ve Tahran ile yakınlaşması, ABD için arzu edilir bir durum değildi. Köprülerin tamamen atılması, Türkiye’nin işine gelmeyeceği gibi, ABD’yi de Ortadoğu ve Suriye hesaplarını gerçekleştirme noktasında zora sokardı.
Bu nedenle gerilen ip, iki ülkenin karşılıklı attığı adımlarla gevşedi. Brunson’ın serbest bırakılması, iki ülkenin birbirlerinin bakanları için aldıkları müeyyideleri geri çekmeleri, Trump ve Erdoğan’ın sıklaşan görüşmeleri, ABD’nin İran için uygulamaya koyduğu yaptırımlarından Türkiye’nin muaf tutulması gibi adımlar tansiyonu düşürdü. Şimdi de ABD, Türkiye’nin en hassas olduğu bir konuda sembolik değeri yüksek bir atak yaptı. Türkiye bunu yeterli bulmadı, ancak yapılan işten memnuniyet duydu ve buradan hareketle taleplerinin çıtasını yükseltti.
SDG’ye yeni form
İkincisi, PYD/YPG’nin PKK tarafından kurulduğunu, yönetim kadrosunu ve hedeflerini PKK’nin tayin ettiğini, idaresinin ve işleyişinin PKK’nin denetimi altında olduğunu bütün dünya âlem biliyor. ABD de bu bilgiden habersiz değil elbet. Bununla birlikte ABD, daha en başından itibaren, tutarlı bir şekilde PYD/YPG ile PKK’yi ayrı tuttu. PKK’yi terör örgütü olarak görmeye devam ederken PYD/YPG ile sahada birlikte çalıştıklarını ve IŞİD’e karşı mücadelede müttefik olarak hareket ettiklerini deklare etti. ABD’nin PYD/YPG ile olan bu işbirliğine Türkiye çok sert tepki gösterdi. Bunun üzerine ABD, Türkiye’den gelen tepkileri yumuşatmak için SDG altında yeni bir yapılanmaya gitti.
ABD’nin gayesi aslında çok net: Suriye’de kendi adına savaşacak bir silâhlı güce ihtiyacı var. SDG bu ihtiyacı karşıladığından ABD onu elinde tutuyor ve destekliyor. Ama diğer taraftan tarihî müttefiki olan Türkiye’yi de kaybetmek istemiyor. Çünkü Türkiye’nin mutlak karşıt olması halinde, Ortadoğu’daki oyununun bozulabileceğini biliyor. Bu nedenle Türkiye ile SDG’yi ortak bir zeminde buluşturmanın yollarını arıyor. YPG’ye SDG kimliğiyle yeni bir format atılmasını, Türkiye ile iyi ilişkilere sahip eski Ankara büyükelçisi James Jeffrey’in Suriye Özel Temsilcisi olarak atanmasını ve üç PKK’linin başına ödül konulmasını bu arayış bağlamında değerlendirmek gerekiyor.
Şüphesiz salt bu adımlarla ortak bir zemin yaratılamaz. Türkiye bunlarla ikna edilemez. Eğer ABD’nin hedefi Suriye’nin kuzeyinde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi gibi Türkiye ile uyumlu bir yapının inşa edilmesi ise, bunun için PKK’yi daha radikal bir adıma zorlaması gerekir. Bana göre bu, PKK’nin Türkiye’de silahlı mücadeleyi kesin olarak bitirmesidir. PKK Türkiye ile savaştığı müddetçe, ismi ne olursa olsun, PKK ile bağlantılı herhangi bir oluşumla Türkiye’nin birlikte yol almasının bir imkânı yok. ABD de bunun farkında. Dolayısıyla önümüzdeki dönem daha keskin teşebbüsler söz konusu olabilir.
Göz boyama
Üçüncüsü, ABD’nin Ortadoğu’da izlediği bir rota var. PKK ve onunla irtibatlı örgütlere, doğal olarak, ancak bu rotaya uydukları sürece destek verilir. Lider kadrosunun ödül listesine alınması, PKK’ye verilen bir gözdağıdır. ABD; PKK’ye Suriye ve İran’da kendisinin belirlediği istikametten sapması halinde hâlihazırdaki yöneticilerini tasfiye edeceği mesajını çok net bir şekilde veriyor.
Türkiye’de bazı yorumcular, bu kararı bir “göz boyama” olarak niteliyor. Oysa PKK, bunun bir göz boyama ya da boş bir tehdit olmadığının ayırdındadır. Nihayetinde Öcalan’ı dünyanın bir ucundan alıp Türkiye’ye veren de ABD idi. Travmatik bir sonuç üreten bu olay PKK’nin kurumsal hafızasında hep canlı durur. Günü geldiğinde Öcalan’ı teslim eden bir gücün, çıkarı gerektirdiğinde diğer isimlerin üzerini çizmekte tereddüt göstermeyeceğini PKK gayet iyi bilir. Dolaysıyla ABD’nin bu kararı, PKK yöneticilerinin kendilerini çok daha az güvende hissetmelerine, hareket kabiliyetlerinin ve alanlarının çok daha fazla daralmasına neden olacaktır.
(*) Kürdistan 24, 14.11.2018;
http://www.kurdistan24.net/tr/opinion/224533ed-2a55-41d6-a009-66a00c679906