“Perdeler sıkı sıkıya kapalı. Çocuk perdeleri açıp dışarısını göstermek istedi. Engel oldum. (…) O çıkınca kapıyı hemen kilitledim. Bütün ışıkları söndürdüm. Çarçabuk soyundum. Köşedeki yatağı açtım. Çırılçıplak içine girdim; ölmeye yattım.”
İlk gençliğimin kendi(me) kurduğum rüyalara yattığım gecelerinde okumuştum. “Ölmeye Yatmak” bir roman ismi değil, bir kavram olarak yer etmişti zihnimde. Adalet Ağaoğlu’nun görünür kıldığı “yeni” bir kavram…
Onun “ölmeye yatmak”ı, ötenazi yahut ilaçla, zehirle ölüme uzanmak, intihar değildi. Asılacağın, kurşuna dizileceğin sabahın gecesinde “ölmeye yatmak” da… Ölüm orucu da başka bir şeydi.
Adalet Ağaoğlu’nun “Hayır” romanındaki “İnsanın kendini bilinçle alkole verişinden bilinçle ortadan silişine, delirmeye dek uzanan uzun ölüm biçimleri” ya da “ölümü seçişin an’lık edimleri, baldıran içmek, damar kesmek, kendini asmak…” da uymuyordu o kavrama.
Ölmeye yatan Aysel sakindi. Tezel’in ağzından “Bir Düğün Gecesi”nin ilk cümlesi, “İntihar etmeyeceksek içelim bari” de olamazdı: “İçerek içmeyerek; intiharın değil, sessiz bir ölümün değil, çıldırının -işte o, yaşama dalmış çıldırının- eşiğinde bir Tezel görüyorum”.
Imamura’nın Narayama Türküsü’nde 70 yaşına gelenlerin dağın zirvesine götürülüp ölüme terk edilmesi geleneği, orada “ölmeye yatmak” sarsıcıydı. Ama o da değildi.
Adalet Ağaoğlu’nun “Üç Beş Kişi”sindeki “karlı, buzlu bir günde, soğuk, katı bir toprak üstünde doğan, ısıtamadıkları için yaşamaz sanılan, o nedenle ad bile verilmeyen” bebeğin usulca, şefkatle ölüme yatırılması da, o anlamı karşılamıyordu. Karın sonsuzluğuyla başa çıkamayıp uykuya, ölmeye yatmak da başka bir şeydi. Ama belki o bebeğin ölmeyip yaşayınca adının Kardelen olması, biraz çağrıştırıyor aradığım, anlatmak istediğim şeyi.
Ölü deriyi soyunmak…
Ölmeye yatmak, bir iç hesaplaşmanın dolayımında toplumsal, tarihsel sorgulamaydı. Zira insanın yaşadığı ülkeyle, onun resmi tarihi, yaşamsal ezberiyle ve kendisiyle her kuvvetli hesaplaşmasında ölen/ölmesi gereken bir şeyler vardı. Ayağa kalktıysa, doğan, başkaldıran bir şeyler de…
Yeniden doğmayı hatırlatıyor böyle değişimler, dönüşümler. Eldeki malzemeyi ayıklayarak, kendini yeniden üretmeyi… Ağaoğlu Dar Zamanlar Üçlemesi’nin (Ölmeye Yatmak, Bir Düğün Gecesi, Hayır) üçüncü kitabında “Yılan gömleği değiştirir gibi ölmeye yattım” diyor ya. Ölmeye yatmak, ölü deriyi soyunmaktır. Ne diyeceğim;layıkıyla uzun yaşayan insan, hayat kadar ölmeye de yatar herhalde. Suratını, suretini, zihnini meşinleştirmeden, derisini sıyırır üzerinden…
Ama zordur, yamandır Ağaoğlu’nun başardığı. 1973 yılında, sivil-resmi o dünyada “Ölmeye Yatmak” cesaret ister: “Ölüm bazen o denli çabuk gelmiyor. Ölümle savaşmak gerekiyor. Ölmeye yatarken ölümle savaşmak gerekeceğini düşünmemişim.”
Ağaoğlu’nun kahramanı Aysel bu hesaplaşmanın önünde yükselen duvarları, alıp götüren bir cümleyle özetliyor: “Ayrıntıları düşünmekten ölemiyorum”.
İnsanın kendini ayıklamasının önündeki en kademeli engel, elbette “ayrıntı”lardır. (Ömür dediğin pirinç-pilav-dişe gelen taş) Mevzubahis hesaplaşma, sorgulamaysa gerisi teferruattır. O teferruat da maalesef tüm “toplum’sal, sos’yal hayatın”dır. Hesaplaşma menzilini “beş yıldızlı” semâlara göre “hesaplarsan”, çoğu kez az gidersin, uz gidersin, dere tepe düz gidersin, bir bakarsın arpa boyu yol gitmişsin. Ne ağız tadıyla ölebilirsin, ne de yaşayabilirsin…
Ayrıca şeytan değil “otorite” ayrıntıda gizlidir, biz gibi ülkelerde. Yaşamının “dar zamanlar” olarak özetlenebileceği böyle günlerde, -zekâsıyla olmasa da ihtirasıyla- otorite şeytanlaşır, yaşamına, yaşamındaki her “ayrıntı”ya musallat olur. Önce ayrıntıları bertaraf etmelisin.
“Ben öldüm, şimdiden eyvallah”
Adalet Ağaoğlu, yoğun bakımda üç günlük mücadelenin ardından 91 yaşında hayata veda etti. “Üç gün yatak, dördüncü gün toprak” ölmeye yatmanın yukarıda gezindiğim manasına uzak düşse de, ölümün en azından iki yıldır “yatağında” olduğunu düşünüyorum.
Filiz Aygündüz’le yaptığı söyleşi (Milliyet, 8 Nisan 2018) mesela: “Bugünlerde insan ister istemez yattığı zaman tek düşündüğü şey ölmek oluyor. ‘Geç bile kaldın Adalet, bu ne zaman gelecek’ diyorum. ‘Gelmedi’ diyorum. Vallahi durmadan bunu düşünüyorum. Bu konu konuşulamıyor. Halim’le bile ‘Biz ne zaman öleceğiz’ diye konuşamıyoruz. O kadar büyülü bir alan.”
Bu söyleşiden üç ay sonra 64 yıllık hayat arkadaşı İnşaat Mühendisi Halim Ağaoğlu’nu yitiriyor. Halim Bey “ölmeye yatmak”ı değil, “ölmeye yazmak”ı bırakıyor bize. Vefat ilanını kendi hazırlamış zira. “Ben öldüm” diye başlayan ilan, “15 Aralık 1954’de Ankara’da büyük aşkım Adalet Ağaoğlu’yla evlendim. (…) Ankara’da Cebeci Asri Mezarlığı’nda beni toprağa verecekler. ‘Allah Rahmet Eylesin’ diyeceklere şimdiden Eyvallah” nidasıyla noktalanıyor.
Dile kolay, 64 yıl… Ağaoğlu, yazdıklarını yayımlanmadan önce Halim Ağaoğlu’na okutuyormuş. İlk kitabı çıktığında, onu eşine ithaf etmek istemiş. Halim Bey de “Kitaba basılmasın da, baskıdan sonra bana elle yazacağın bir ithafla kitabı armağan et” demiş. Aralarında hiç aksamadan ömür boyu süren, her kitabının her baskısında yinelenen “ithaf yazışması” böyle başlamış. O kitaplar şimdi Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’ndeki “Adalet Ağaoğlu Araştırma Odası”nda. Her kitabının iki kişilik avlusundaki o cümleleri ise, Ağaoğlu’nun Everest Yayınları’ndan çıkan “Halim’e İthaflar” kitabından okuyoruz.
“Ben gitmeden sakın gitme”
Birbirlerine renklerden lakap takmışlar; Adalet Hanım Kurşunî, Halim Bey Lacivert… (Acaba ilk kez karşılaşıp, bakıştıkları Ankara Radyosu’nun önünde lacivert takımlı mıydı Halim Bey) O ithaflardan birisinde, Ağaoğlu’nun son iki yılda gecelerine uzanan o koyu kül rengi silueti geliyor aklıma: “Halim. Bütün kitaplarım senin, sen bütün kitaplarımsın. Ben gitmeden sakın gitme.”
Adalet Ağaoğlu Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verildi. Babası da orada yatıyor: “22 Aralık 1976 Çarşamba günü Cebeci Mezarlığı’nda babamın üstüne karla karışık buzlu toprak atılırken, buzlu toprak benim üstüme atılıyormuşcasına üşüdüm. Çok üşüdüm”… Halim Bey de…
Bu yaz sıcağında “Ruh Üşümesi” geliyorsa aklınıza, “Sessizliğin İlk Sesi”ne kulak verin: “Odaların temizliğine bakan hastane hademesi, bunamış mı, bunayacak mı, diline bunu dolamıştı : ‘Nerde o eski ölümler?’ Şaşkınlıkla öfke arası bir yerde, dudakları bunu bırbırlanıyor, gözleri sürekli bunu soruyordu. Hasta odalarının önünde, kulağı kirişte, nerden ses yükseleceğini biliyor, bekliyor, ama artık bir türlü umduğunu bulamıyor. Odalardan çıkarılan ölü sedyelerinin ardından çığlıklar yeterince yüksek değil. Saç baş yolmalar, hıçkırmalar kıvamsız. Ağlaşanlar ağlaşsalar da tadı yok. Çırpınanlar çırpınsalar da bakma: Nerde o eski ölümler?”
(¹) Hayır, Adalet Ağaoğlu.