Birkaç hafta önce Jim Jarmusch’un 1995 yılında çektiği “Dead Man” (Ölü Adam) 24 yıl sonra Türkiye’de ilk defa vizyona girdi.
Jarmusch’un tüm filmlerini severek izlerim ama Dead Man ve Paterson’ın yerleri de ayrıdır benim için. Bu fırsatı, tabii ki, kaçırmadım, bugüne kadar kaç kez izlediğimi hatırlayamadığım bu filmi bir de sinemada izledim.
2000’lerin başlarındaydı sanıyorum, yoğun bir çalışma/hayat temposunun arasına özellikle akşamları uzun uzun oturduğumuz yemek masaları serpiştirirdik. Yemek yemekten çok, gerçekten rahatlamanın, samimi, ailemiz olan arkadaşlarla vakit geçirmenin bir yöntemiydi bu. Aynı yaşlarda, aşağı yukarı aynı dertleri olan eski arkadaşların emniyetli beraberliği… Çoğunlukla dışarıda olan bu yemeklerden sonra, yorgun argın eve döndüğümüzde, Ölü Adam’ın dvd’sini açardık. Biraz da günün yorgunluğunu atmak için, evde karanlıkta Ölü Adam’ı izlemek bir ritüel halini almıştı. Bazen tamamını, bazen sevdiğimiz bazı yerlerini. Şiir okumak yerine Ölü Adam’ı izlemek…
Ben filmlerin anlamı, mesajı vs hakkında düşünmeye müsait biri değilim. Kendimi kaptırıp giderim çoğu zaman, filmin içinde yaşadığımı sanırım bir süreliğine. Sonrasında aklımda ne kaldıysa odur film benim için. Bu minvalde, Ölü Adam, ölümün hayatın bir parçası olduğunu anlatan ya da ölümü tiye alan, belki de ölümü sevimli hale getiren bir filmdir. Herkesi kendi meşrebine göre ama her zaman ölüm hakkında düşüncelere sürükler.
1800’lerin sonunda Cleveland’dan vahşi batıya gider William Blake adındaki baş karakterimiz. Çünkü Cleveland’daki hayatını sevmemektedir, annesini ve babasını yeni kaybetmiştir, nişanlısı onu terk etmiştir ve batıya giden tren hattının son durağı olan Machine kasabasında Dickinson Madencilik’te “muhasebeci” olarak iş bulmuştur. Hayatla ilgili bir kumar oynamaktadır.
Filmin başında trende geçen birkaç günlük yolculukla ilgili sahneler bile filmi çok sevmek için yeterlidir aslında. Gencecik Johnny Depp (film çekilirken 32 yaşındaymış ama çok daha genç gibi görünüyor) arılarla ilgili bir dergi okuyarak, iskambil falı açarak, ısrarla ona göz süzmekte olan yolculardan gözlerini kaçırarak dağlar tepeler aşar trenin içinde. Muhtemelen birkaç günlük bir yolculuktur bu ve filmin yaklaşık ilk 10 dakikası trende geçer.
Yolculuğun sonlarında kara trende kömür kazanının başında duran, ateşin sürekliliğini sağlamakla görevli yüzü gözü kömüre bulanmış bir adam karşısına oturur ve böyle bir cehenneme böylesine genç ve düzgün bir adamın neden geldiğini anlayamadığını söyler. Daha sonra filmin karşısında bizim de durumumuzu anlatan o şiirsel sözlerden bir kısmı dökülmeye başlar ağzından. Trenin içinde otururken dışarıda akıp giden manzarayı işaret ederek, William Blake’in kayıkta uzanıp gökyüzüne bakacağını ve kendine şu soruyu soracağını söyler:
“Kayık yerinde durduğu halde nasıl oluyor da manzara akıp gidiyor?” (1)
Machine kasabasına vardığında William Blake’e uzaktan bakmalısınız: Kareli yelekli takım elbisesi, yuvarlak gözlükleri, şapkasının altından görünen uzun düz saçları, kravat yerine bağladığı kocaman fiyonk ve büyük valizi ile kasabadaki “beyaz adam”lardan pek bir farklı görünmektedir.
İşe kabul edildiğine dair mektup elinde Dickinson şirketine gittiğinde, yerine birinin alındığını görür, üstelik burada, vahşi batıda kimsenin umurunda da değildir verilen sözler, kendisinin düştüğü zor durum ve hatta insanların hayatları da.
Bu çok acayip kasabada William Blake başını ciddi bir derde sokmakta gecikmez. Onu korumak için kendini siper eden kısa süreli sevgilisinin göğsünü aşıp göğsüne saplanan kurşunu (beyaz adamın metal parçasını) vücudunda taşıyarak ve bu kurşunu atıp canına kasteden adamı öldürmüş, yani artık cinayet işlemiş biri olarak kasabadan kaçar. Bundan sonraki yolculuk genç adamın ölüm yolculuğudur. Hatta aslında bu yolculuğun hangi aşamasında öldüğünü de tam olarak bilemeyiz.
Vahşi batının en vahşi üç kiralık katili peşine düşmüştür artık. Canlı ya da tercihen ölü ele geçirilmesi için gittikçe artan miktarlarda paralar vaat edilmektedir. “Kanun adamları”, kiralık katiller, neredeyse herkes onu aramaktadır.
Bu arada yarı baygın at üstünde bilmediği bir yere doğru giderken, “anlatsa roman olur” hayatıyla oraların yerli halkından ama onlar tarafından bile dışlanmış olan Hiç Kimse (Nobody) ile karşılaşır. Kısa bir süre içinde Hiç Kimse William Blake’i korumak, ölüm yolculuğunda ona eşlik etmek isteği ile dolar. Sebebini bilmiyoruz ama tahmin ediyoruz: Hiç Kimse zamanında “medeniyet”e hasbelkader dahil olmuştur ve belki de okuduğu tek şair olan William Blake’i çok sevmektedir. Bizim kahraman, isim benzerliği olan bu şairi hiç tanımasa bile, Hiç Kimse onun şairin reenkarne olmuş hali olduğuna inanır. Zamanla kahramanımız da inanır buna ya da inanmak hoşuna gider. Ayrıca başka yerlerden gelen bu genç, vahşi batıdaki beyaz adamlara hiç benzememektedir ve en önemlisi de kalbine çok yakın bir yerde olduğu için çıkartamadığı kurşun yüzünden ölmektedir.
Bir insana ya da herhangi bir canlıya kıymaktan çok uzak bir şehirli genç olan William Blake bir beyaz adamı hayatta kalma refleksiyle ve şaşkınlıkla öldürmüştür. Hiç Kimse ona silahının dilinin yerini tutacağını öğretir. Bundan böyle silahı aracılığıyla konuşacak ve şiirlerini kanla yazacaktır.
Film hakkında fazlasıyla gevezelik ettiğimin farkındayım. Sevmek işte böyle bir şey! Çok fazla anlattığınızı bilseniz de, daha anlatmak istersiniz. Bu sebeple birkaç sahneden daha bahsetmek mecburiyetindeyim!!!
William Blake’in peşine düşen üç azılı kiralık katilin çevresinde gelişen sahneler mesela… Bu katillerden bir tanesi hiç konuşmaz, bir tanesi ise hiç durmadan konuşur, çok boş boş konuşur. Sonunda bu fazla boş laflarının bedelini hayatıyla öder. Yani o kadar çok boş konuşmuştur ki, öldürülmeyi hak etmiştir. Zaman zaman ben de fiiliyata dökmeden bu isteği hissettiğim için, filmde bu sahneyi adeta neşeyle karşılarım. Fakat onu öldürdükten sonra yemesi, benim için bile fazla kaçar!!!
Filmin tüm sinema tarihinde çekilmiş en güzel sahne konusunda birinciliğe adayım olan bir sahnesi de var: William Blake’in, yeni ölmüş, kanı hâlâ akan ceylan yavrusuna önce sarılıp sonra da onunla yan yana yatıp uyuduğu kısacık sahne. İkisi de genç, ikisinde de beyaz adamın metal parçalarından var, ikisi de ölümü çaresizce de olsa şefkatle karşılıyorlar.
Bir de, en sonunda William Blake’in çok yorgun, hatta artık neredeyse ölü olduğu ve Hiç Kimse tarafından sedir kayığın içine yatırıldığı sahne var. Hiç Kimse, ayrılma vaktinin geldiğini, bu dünyanın artık onu ilgilendirmeyeceğini müjdeliyor. Öylece vedalaşıyorlar. William Blake kayıkta yatmış, gözleri gökyüzünde, suların içinde süzülerek giderken, filmin henüz ölmemiş olan son kahramanları da (Hiç Kimse ve üç azılı katilden biri olan Cole da) birbirini öldürüyor.
Çekildikten 24 yıl sonra bile olsa, genç Johnny Depp’in canlandırdığı William Blake’in geçirdiği dönüşümleri, Hiç Kimse’yle olan beraberliğini ve aslında, baştan sona bir ölüm sürecini anlatmasına rağmen insanı tekinsiz bir sevinçle dolduran bu siyah beyaz filmi sinemada izlerken, film boyunca tekrarlanan İngiliz şair William Blake’in “Bazıları hoş bir sevince doğar, bazıları ise sonsuz geceye” (2) gibi dizelerinin bir süre daha beni meşgul edeceğini aklımdan geçiriyorum.
Siz de, serin bir sinemaya kendinizi atıp, gözlerinizi filme çevirip düşünebilirsiniz: Ben burada hareketsiz oturduğum halde film/görüntüler/hayat nasıl oluyor da akıp gidiyor?
(1) Why is that the landscape is moving but the boat is still? (William Blake)
(2) Some are born to sweet delight, some are born to endless night. (William Blake)