[5 Temmuz 2020] Araya bir hafta girdi. Konudan kopmamak için, önce nerede kaldığımı hatırlatmak ihtiyacını duyuyorum.
Oral Çalışlar’ın 29 Mayıs tarihli bir yazısından yola çıkarak, Osmanlının modern olup olmadığını tartışmaya başlamıştım. Kestirmeden ve toptan modern demeyi neden abartılı bulduğumu anlatmaya çalışıyordum. Bu çerçevede, paraya (likiditeye) dayalı devlet ile timara (fiyefe) dayalı devlet ayırımının altını çizdim. Geleneksel tarım toplumları üzerinde yükselen devletler, dedim, esas olarak fiyef dağıtımına dayalı devletlerdi. Yelpazenin diğer ucunda, kapitalist piyasa ekonomisi üzerinde yükselen modern devlet, likiditeye dayalı bir devlettir. Bu fikrin gideceği yer şurası: Osmanlı devleti Ortaçağ ile Yeniçağ arasında bir yerdeydi. Kurumsal bileşimi itibariyle, hibrid (melez) bir devletti. Kısmen paraya (nakit vergi toplayıp nakit maaş ödemeye), fakat kısmen de (ve geniş alanların yönetimi açısından, çok büyük ölçüde) fiyefe (hizmet koşullu toprak tevcihleri yoluyla ödüllendirmeye) dayalıydı. Başka bir deyişle, basit, geri ve yoksul bir küçük köylü ekonomisi üzerinde yükseldiğinden, hatırı sayılır bir timar sistemi olmaksızın yapamıyordu. Bu da, devletin sırf likiditeye dayalı sektörünün (kapıkulu askeri denen maaşlı hassa ordusunun) kullandığı ateşli silâhlara bakarak “modern bir imparatorluktu” demeden önce iki kere düşünmemizi gerektirir.
Evet, asıl argümanım bu şekilde. Ne ki, esas ne söylemeye çalıştığımı kısmen gölgeleyebilecek epey lâf soktum araya. Bu sonuca giden yolda genişçe bazı parantezler açıp, daha çok historiyografik bazı yan pistlere girmek ihtiyacını duydum. Bu alt-konulardan biri, fiyefe dayalı devletlerde görülebilecek farklı iktidar şekillenmeleri (power configurations) ile ilgiliydi. İçinde doğup büyüdükleri tarihsel koşullar nedeniyle fiyef dağıtmaya mecbur kalan hiçbir devlette, mutlak anlamıyla merkeziyetten söz edilemez; kestirmeden “merkeziyetçi bir devletti/idareydi, nokta” denemez (dolayısıyla, pek çok Osmanlı tarihçisinin, fazla düşünmeksizin ve ince eleyip sık dokumaksızın, “ustamın dediği” misali, alışkanlık sonucu yaptığı veçhile the centralised Ottoman state’ten söz etmek yanlıştır). Zira ancak modern devlet, gerçekten merkezî ve merkeziyetçi bir devlet olabilir. Bütün fiyefe dayalı devletlerin erişebileceği merkeziyet düzeyi ise bundan hayli kısa düşer. Dolayısıyla dikkatli ve olası komparatif çerçeveler hakkında biraz olsun bilgili bir tarihçi, bu bağlamda ancak görece merkezî (santralize) ve görece ademi merkezî (desantralize) iktidar yapılarından söz edebilir. Etmelidir.
Peki, nasıl doğar bu göreli merkeziyet ve göreli ademi merkeziyet halleri? Şimdiye kadarki yazılarımda bunun da ipuçlarını sundum sanıyorum. Öncelikle siyasî-askerî bir meseledir. Kabileden (veya şeflik toplumundan) devlete geçişin ayrıntılarına, zigzaglarına, girinti çıkıntılarına bağlıdır. Bir zamanlar sanıldığının aksine, ekonomiyle (üretim tarzıyla) pek bir ilgisi yoktur. Doğuda ve Batıda ekonomi üç aşağı beş yukarı hep aynı küçük köylü ekonomisidir. Ama bu genel zeminde, faraza Mezopotamya’da, Mısır’da, İran’da, Çin’de, Hindistan’da… ve zamanla, Avrupa Ortaçağında veya Osmanlılarda, fiyefe dayalı devlet (veya devletin fiyefe dayalı bileşeni, component’ı) biraz farklı maddî ve kültürel koşullarda teşekkül eder. Sonuçta, bu tür süreçlerin bazılarından, fiyef dağıtan merkez olarak hükümdar görece güçlü, fiyef alanlar (timar sahipleri) görece zayıf çıkar. Nisbeten “bürokratik” diyebileceğimiz (çünkü gücünü sultandan alan) bir hiyerarşi vücut bulur. Benzer süreçlerin bazılarından ise, fiyef dağıtan merkez olarak hükümdar görece zayıf, buna karşılık fiyef alanlar (timar sahipleri) görece güçlü çıkar. Kendilerine (belki başta koşullu olarak) verilen arazileri her nasılsa özelleştirmeyi ve irsîleştirmeyi başarırlar. Toprağa kök salmış bir kan soyluluğuna (blood nobility) dönüşürler. Nisbeten “aristokratik” diyebileceğimiz (çünkü gücü, bir noktadan sonra kralın gücünden hayli bağımsız) bir hiyerarşi vücut bulur.
Bunları bu şekilde irdelemek, çözümlemek çok önemlidir, çünkü tarihe ilişkin bazı temel kavram ve terimlerimizin gökten zembille inmediğine; Avrupa-merkezci bir bilgi süreci içinde nasıl oluştuğuna ışık tutar. İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ, feodalizm, serflik, mutlakiyet (veya mutlak monarşi)… Evet, bu terim-kavramların hepsi az çok Avrupa-merkezci, Avrupa’ya özgü bir içeriğe sahiptir. Çünkü Avrupa’nın modernite ile birlikte diğer geleneksel toplumlar ve kültür daireleri üzerinde yükselip üstünlük kazanmasıyla zamandaş ve içiçe olarak, gene öncelikle Avrupa’da gerçekleşip sonradan diğer ülkelere ihraç edilen bilgi süreçlerinin ürünüdür. Asıl sorun da budur; sonuçlara/ürünlere gelmeden önce, onları doğuran bilgi süreçlerinin Avrupa-merkezci karakteridir.
Onun için, salt bazı terimleri dışlayarak kurtulduğunuzu sanabilirsiniz, ama kurtulamazsınız Avrupa-merkezcilikten. Şu “feodalizm” kavramını alalım. Önceki yazılarımda izah etmeye çalıştım ki, bir, gayet Avrupa’ya özgü (Euro-specific) bir içerikle malûldür. 19. yüzyılın Ortaçağ tarihçileri, sırf Avrupa Ortaçağının kendine has (görece desantralize) çehresinin statik bir fotoğrafını çekmiş; bunu bire bir, bütün ayrıntılarıyla teoriye geçirmiş; teorik bir konsepte dönüştürmüş ve adına “feodalizm” demiştir. İki, paralel bazı bilgi süreçlerinde (meselâ Şarkiyatçılık veya Oriental Studies alanında), Avrupa-dışı geleneksel tarım toplumlarının işbu “feodalizm” modeline tamı tamına uymayan (zira görece merkeziyetçi veya “bürokratik”) çehreleri veya iktidar biçimlenişleri için başka kavramlar düşünülmüş; kâh Doğu despotizmi (Montesquieu ve Hegel; bkz yukarıda solda), kâh Asya Üretim Tarzı (Marx; bkz yukarıda sağda) diye açıklanmak istenmiştir.
Buradaki kritik nokta, bu kavramların sadece birinin değil, her ikisinin Avrupa-merkezci olmasıdır. Birbirlerinin aynadaki aksi gibidirler; bir 1/0, ak-kara dikotomisinin iki ucunu temsil ederler. Aynı Avrupa-merkezli bilgi sürecidir ki, Avrupa Ortaçağ köylü toplumu ve devletleri için “feodalizm” kavramını yaratırken, onun karşısına, ona benzemediği düşünülen, Avrupa elitlerinin kendi dışına dönük “nazar”ının (gaze) algıladığı ya da kendi “öteki”lerini tahayyül edişinin somut ifadesi diyebileceğimiz, Şark, Doğu, Oryantal Despotizm ya da Asya Üretim Tarzı kavramlarını dikmiştir.
Bu tuzaktan, (mealen)
“her yerde ‘feodalizm’ görmek ve her toplumun ‘feodal’ bir aşamadan geçtiğini varsaymak Avrupa-merkezciliktir; oysa (Marx’ın da meşruiyet kazandırdığı deyimlerle) Avrupa’da ‘feodalizm’ vardı ama Asya’da (ve Osmanlıda) ‘Asya Üretim Tarzı’ [AÜT] vardı, dolayısıyla bunlar ‘feodalizm’den değil AÜT’ten geçtiler”
diyerek çıkamazsınız. Ya da, biri “feodal”di ama diğeri (Osmanlı) “gayri-feodal”di diyerek de çıkamazsınız (gayri-feodalliği daha fazla spesifikleştirmeseniz, adlandırmasanız bile). Zira o müphem “gayri-feodallik” (non-feudalism) de Avrupa-merkezci “feodalizm” kavramına kıyasla, onun zıddı olarak tanımlanmıştır aslında. İster “feodal” ve “AÜT” deyin, ister “feodal” ve “gayri-feodal.” İki tarafı da Avrupa-merkezci bir kavram çiftine hapsolur, bu zihinsel zindanın taş duvarlarına kafanızı vurmakla kalırsınız.
Oysa asıl sorun, asıl historiyografik sorun, bu kavram ikizini üreten birkaç yüzyıllık bilgi sürecini eleştirebilmektir.